Başımız Öne Eğilmesin

Sabahattin Ali’nin karanlık durumlar hakkında karanlık bir bakış açısıyla yazmasını tetikleyen şey siyasi bilincidir. O çok sıkı bir muhaliftir. Tek parti yönetimine olan siyasal düşmanlığının bir aracı olarak sayısız deneme, hikâye ve roman kaleme almış, ne yazık ki bunu yaşamıyla ödemiştir.

Kaya Tokmakçıoğlu

Edebiyatımız kabalaştırarak ifade edilirse iki farklı anlatı yönteminin izini takip etmiştir. Bunlardan biri Divan geleneğinin, diğeri ise halkçı geleneğin sürdürücüsüdür. Makûs bir talihe sahip romancı, hikâyeci ve şairimiz Sabahattin Ali açık bir biçimde ikinci yolu tercih etti, diyebiliriz. Hiçbir biçimde düzenle barışık bir kişiliğe sahip değildi. Yapıtı öncelikli olarak henüz çözülememiş toplumsal çelişkileri ön plana koyan bir yaklaşımın ürünüydü. Dokunaklı hikâyelerinin sonlarında okura yer yer hissettirdiği umutsuz bakış açısının bu çelişkilerden kaynaklandığını söylemek yanlış olmaz.

Cumhuriyet’in erken döneminin öne çıkan yazarların en önemlilerinden biriydi Ali. Türkiye’deki toplumcu gerçekçilik türünün öncülerinden olan yazarın farklı deneyimlerden beslenen romanları ve kısa hikâyeleri, Anadolu’daki köy yaşamının toplumsal dokusundan 2. Dünya Savaşı öncesi İstanbul’unun entelektüel ve bohem çevrelerine kadar farklı farklı konulara temas eder. Marksist yazını iyi okumuş Ali, kendini adamış bir sosyalist, devleti ve tek parti rejimini kıyasıya eleştirmekten sık sık hapis yatan bir entelektüel olmakla birlikte, edebî metinlerinde doğrudan siyasal göndermelere nadiren başvurur. Toplumdan dışlanmış ve sınırlarda gezen yapayalnız figürlere özel bir önem veren Ali, toplumsal açıdan önemli noktaları bu karakterlerin iç monologlarına, kimlik bunalımlarına ve talihsiz aşk öykülerine yedirerek toplumsal sorunları dile getirir. Bu bağlamda yakın dostu Pertev Naili Boratav’ın kendisini “psikolojik gerçekçi” olarak adlandırması boşuna değildir.

Sabahattin Ali’nin karanlık durumlar hakkında karanlık bir bakış açısıyla yazmasını tetikleyen şey ise siyasi bilincidir. Ali çok sıkı bir muhaliftir. Tek parti yönetimine olan siyasal düşmanlığının bir aracı olarak sayısız deneme, hikâye ve roman kaleme almış, ne yazık ki bunu yaşamıyla ödemiştir.

Çocukluğu ve gençliği

Sabahattin Ali 25 Şubat 1907’de Gümülcine Sancağı’na (Yunanistan’ın kuzeyindeki Komotini kenti) bağlı Eğridere kazasında (Bulgaristan’ın güneyindeki Ardino kenti) dünyaya gelir. Babası Selahattin Ali Bey subay olarak orduda görev yapmaktadır. Babasının mesleği nedeniyle çok sayıda şehir gezen Ali ilkokula İstanbul, Çanakkale ve Edremit de dahil olmak üzere birçok farklı kentte gider.

Çocukluğu boyunca devrim ve savaş gibi pek çok önemli olaya tanıklık eder. 1921’de babası Edremit’te görevliyken Yunan ordusunun işgali aileyi zor duruma sokar. Osmanlı devletinin aylığa bağladığı Selahattin Ali Bey’in maaşını alamaz hale gelmesi Ali’nin yaşamında önemli bir iz bırakır.

Ege Bölgesi’nin Yunan ordusundan arındırılması ve “Ulusal Güçler” tarafından kurtarılması ile birlikte Ali parasız yatılı olarak Balıkesir Öğretmen Okulu’na kaydolur. Daha sonra bu okula denk İstanbul’daki başka bir okula geçecektir. 1926’daki mezuniyetinden sonra Yozgat’ta öğretmen olarak çalışmaya başlar.

Yirmili yaşlarındaki Ali hevesli ve duygusal bir gençtir. Millî Eğitim Bakanlığı’nın açtığı sınavı kazanarak Almanya’ya dil eğitimine gider ve 1930’daki dönüşüyle birlikte Orhaneli’nde ilkokul sınıf öğretmenliği ve Aydın ile Konya’daki ortaokullarda Almanca öğretmenliği yapar.

Muhalif ve Huzursuz

Öğretmenlik yaptığı süreçte şiirler ve kısa hikâyeler kaleme alır. İlk şiirlerini 1926 yılında Balıkesir’de çıkan yerel bir edebiyat dergisinde yayımlar. Daha sonra, ürettiklerini İstanbul’daki edebiyat çevrelerine yollamaya başlar. Aynı zamanda duygusal ve romantik denebilecek hikâyeler de yazmaya devam etmektedir. Bunlardan ilki 1930 yılında Resimli Ay dergisinde yayımlanır. Bir Orman Hikâyesi adındaki hikâye dergide Nâzım Hikmet’in şu notuyla basılır: 

“Bu yazı bizde örneğine az tesadüf edilen cinsten bir eserdir. Köylü ruhiyatının bütün muhafazakâr ve ileri taraflarını, iptidaî sermaye terakümünü yapan sermayedarlığın inkişaf yolunda köylülüğü nasıl dağıttığını ve en nihayet, tabiatın deniz kadar muazzam bir unsuru olan ormanın muğlak, ihtiraslı hayatını, kımıldanışlarını zeki bir aydınlık içinde görüyoruz.”

Hikmet’in yer yer abartılı denebilecek yorumu genç bir yazar için çok fazla şey ifade ediyordur. O yıllar Ali için iki cephe arasındaki mücadelenin zihninde oluşturduğu bir hayal gibidir. Bir taraftan Nihal Atsız gibi ırkçı bir politik hattı izleyen arkadaşlara sahipken, diğer taraftan Nâzım Hikmet’in söz sahibi olduğu bir dergide hikâyelerini yayımlamaktadır. Bununla birlikte aynı zamanda bir kamu görevlisi olması, sesinin daha fazla çıkmasına ve rejim karşıtı yazılarını yayımlamaya devam etmesine engel olmamaktadır.

Sivri dili ve muhalif tavrı yüzünden 1932’de gözaltına alınır ve Mustafa Kemal Atatürk’ü aşağılayan bir şiir yazdığı için bir yıl hapis cezasına çarptırılır. Konya ve Sinop cezaevlerinde bir süre kaldıktan sonra 1933’teki genel af sayesinde özgürlüğe kavuşur.

Cezaevinden çıktıktan sonra Millî Eğitim Bakanlığı’na başvurarak kaybettiği işinin geri verilmesini talep eder. Dönemin bakanı Hikmet Bayur genç muhalife rejime olan bağlılığını göstermesi için bir şiir yazması gerektiğin söyler. Varlık dergisinde yayımlanan ve Atatürk’ü öven Benim Aşkım başlıklı şiir böyle bir isteğin ürünüdür.

Üretken ve cesur

Sabahattin Ali devlet erkânı tarafından affedildikten sonra yaşamının en üretken ve çalışkan evresine adımını atar. Öğretmen olarak çalışmakta, bunun yanında şiirlerini ve düzyazılarını yayımlamaya devam etmektedir. 1935’te Aliye Hanım ile evlenir ve 1937 yılında Filiz adındaki kızları dünyaya gelir. Bu arada askerlik görevini de 1936’da tamamlar.

İstanbul’daki edebiyat dergilerinde yayımlanan kısa hikâyeleri geniş bir okur kitlesi tarafından beğeniyle karşılanır. Yoksul olanların yaşamlarındaki acı gerçekleri anlatmayı tercih etmeye başlamıştır. Karanlık ve dokunaklı bir imgeleme sahiptir. Hikâyelerini çoğu zaman ölüm, açlık, hastalık, ayrılık ve diğer ümit kırıcı temalar gibi mutsuz sonlarla bitirir. Ayrıca devleti ve yeni burjuvazinin emekçiler üzerinde kurduğu egemenliği meşrulaştıran ideolojiyi ima edecek metaforlar kullanmaya başlar. Bu bağlamda her zaman didaktik denebilecek bir bakış açısını kullanmaz. Üslubunun karanlığı, olumsuzluğu ve umutsuzluğu ideolojik yaklaşımının üstünü örter gibidir.

1937’de yayımlanan Kuyucaklı Yusuf’ta Ali ender rastlanan bir anlatı yöntemine başvurur. Toplumsal çevrelerin keskin gerçekçiliğine rağmen, Yusuf ile Muazzez’in aşk hikâyesini romantik denebilecek bir yaklaşımla anlatır. Her iki isim de alegoriktir. Yusuf, kardeşleri tarafından ihanete uğrayan Yusuf Peygamber’e göndermede bulunurken, Muazzez sevgili anlamına gelmektedir. Kimi eleştirmenler bu yaklaşımı üslubun ikiye bölünmesi olarak olumsuzlarken, kimileri kitabın ruhunu temsil ettiği görüşündedir. Kuyucaklı Yusuf’un olay örgüsü Ali’nin tüm yapıtlarında olduğu gibi can alıcıdır.

2. Dünya Savaşı ve toplumcu gerçekçilik

Dünya genelinde birçok ülkeyi derinden etkilemiş 2. Dünya Savaşı ile birlikte yaşanan ekonomik ve toplumsal gelişmeler Türk edebiyatında da toplumcu gerçekçilik 1 çizgisinin gelişmesine ve toplumsal olaylar ile gelişmelerin bu bakış açısıyla okurlara sunulmasına zemin hazırlamıştır. Savaş genel olarak tüm ülkeyi etkisi altına almış, günlük hayatın önemli bir parçası haline gelerek ekonomik ve siyasal etkileriyle fiilen savaşa girmemiş Türkiye’yi de fazlasıyla sarsmıştır. Gelir dağılımı arasındaki eşitsizliğin artması, sağlık sektörünün özellikle karaborsaya düşen ilaçlar şeklinde aldığı hal, işçi sınıfı ve sermayedarlar arasındaki kavganın daha görünür ve somut hale gelmesi vb. etmenler savaşın bıraktığı derin etkiden maddi ve manevi olarak kurtulmaya çalışan bir kuşağın ve toplumun oluşmasına yol açmıştır.

40’lı yıllarda yaşanan altüst oluş, bu dönemin yarattığı sanatçı kuşağı aracılığıyla sanat yapıtlarında sıklıkla konu edilmiştir. Stendhal’in “yol boyunca gezdirilen ayna" 2 olarak betimlediği romanlar dönemin yazarları tarafından kaleme alınmış ve böylelikle ani bir biçimde değişen siyasal ortam, ekonomik temel ve bunların toplumsal yaşama doğrudan etkileri kültür-sanat alanında yansıtılabilmiştir. 30’lu yılların sonlarından başlayarak 2. Dünya Savaşı ile birlikte yükselişe geçen toplumcu edebiyat, savaş sonrası dönemde de hikâye ve roman türlerinde etkili olmaya devam etmiştir. Sabahattin Ali’nin dışında Oktay Akbal, Orhan Kemal, Hikmet Erhan Bener, Kemal Bilbaşar, Orhan Hançerlioğlu, İlhan Tarus, Cevat Şakir Kabaağaçlı, Reşat Enis, Cahit Beğenç, Samim Kocagöz, Sadri Ertem, Rakım Çalapala vb. pek çok yazar bu hatta üretmeye devam etmişlerdir. Savaşın neden olduğu yoksulluk, eşitsizlik vb. konuları konu edinen roman ve hikâyeler yukarıda adı geçen yazarlar tarafından kaleme alır. 3, 40’lı yıllarda etkisini hissettirmeye başlayacak olan köy romanı kültür-sanat ortamını doğrudan etkileyecektir. Özellikle Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu (1922) ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Yaban (1932) ile resmettikleri Anadolu, toplumcu gerçekçi yazarların eleştiri oklarının hedefinde yer alacaktır. Buna karşın 1940 yılında çıkarılan yasayla kurulan Köy Enstitüleri ve bu kurumlarda yetişen kuşak, Cumhuriyet’in çözemediği toprak sorunu bağlamında ortaya çıkan yeni mülkiyet ilişkileri ve çok partili sisteme geçiş aşamasındaki bir toplumun uyum sağlamaya çalıştığı siyasal koşullar köyü ve köylüyü kategorik olarak edebiyata dahil etmiştir. Bu bağlamda ezilen, sömürülen ve hor görülen köylü yer yer idealize edilen ve çoğu zaman pozitif bir anlam atfedilen bir anlatımla sunulmuştur. Köy romanlarının ortak özelliği alt tabakayı oluşturan maraba, ırgat, çiftçi ve köylülerle üst tabakadaki toprak ağaları arasındaki süregiden ezen-ezilen bağlamındaki olay örgüsüdür. Farklı bir kanaldan hareket etse de köy edebiyatı toplumcu gerçekçiliğin daha da güçlenmesine katkıda bulunmuştur. Köy Enstitüleri’nde yetişen ve 60’lı yılların sonlarına kadar köy romanı bağlamında etkilerini yaygın bir biçimde hissettiren bu kuşak, toplumcu gerçekçilik anlayışının simgesel olarak edebiyatımızdaki önemini korumasına da vesile olmuştur.

Köycülüğün alamet-i farikası

Köyün ideolojik alana bu şekilde dahil oluşunun, 30’lu yılların Türkiye’sindeki çiftçilerin ve köylülüğün Cumhuriyet aydınları açısından fazlasıyla ilgi çeken bir başlık olmasındaki etkisi büyüktür. Aslında “köycülük” denebilecek ideolojik söylemi yeniden üreten bakış açısı yaygın bir biçimde kabul görmüş ve Cumhuriyet iktidarı tarafından halkçılıkla bütünleştirilmişti. Halkevleri’nin yayınları ve etkinliklerinde, Köy Enstitüleri deneyiminde ve iki savaş arasında gerçekleştirilmesi planlanan toprak reformu tartışmalarında bu yaklaşımın izlerini sürmek mümkündür. 4 Özet olarak köycülük ideolojisi sınıfsal bir bakış açısına sahip Marksizm gibi ideolojileri reddederken, durağan ve farklılaşmamış tabakalara sahip bir toplumu vaat ediyordu. Ağırlıklı olarak tarımsal bir yapıya sahip olan genç bir rejimdeki milliyetçi tabanını konsolide etmeye çalışırken, diğer ideolojik yapılanmalara alan bırakmamaya özen gösteriyordu. Büyük Bunalım’ın sıkıntılı dönemlerinde var olmaya çalışan köylülerin taleplerine karşılık vermeye çalışırken, Türkiye’deki köylülüğün görece muhafazakâr kumaşını temel alarak rejimin tutuculuğunu da pekiştirmeye yol açıyordu. Sonuç olarak, rağbet görecek, gerçek köylü “Türk”ü yaratacak ulusal bir mite kapı aralanıyordu. Dolayısıyla köycülüğün entelektüel tarihine dair herhangi bir araştırma zorunlu olarak Türk edebiyatındaki köycü eğilimleri de göz önünde bulundurmak zorundadır. Bunun temel sebebi, cumhuriyetin kuruluş sürecinde edebiyatın başka herhangi bir ülkedekinden daha etkin bir biçimde oynadığı roldür. Öncelikle tek parti döneminin kısıtlayıcı ve her yerde var olan sansür mekanizması ideolojik konumlanışların yayılmasını ve desteklenmesini neredeyse sadece edebî üretimde olanaklı kılmıştır. Entelektüeller arasındaki yaygın olan kabule göre muhalif düşünceleri ifade etmenin yegâne güvenli yolu edebî yapıtlardan geçmekteydi. Bunun dışında Türk entelijansiyası, tıpkı 19. yy.’da Rusya’da var olan benzeri gibi, kendi ideolojik ve tarihsel bakış açısını yayma, savunma ve ifade etmenin bir aracı olarak edebiyatı kullanmayı fazlasıyla seviyordu. 5 Bu eğilim, siyaseti ve tarihyazımını edebiyat, özel olarak roman, aracılığıyla alımlayacak bir okur kitlesinin varlığıyla bütünleniyordu.

Modern Türkiye’nin kurulmasıyla birlikte edebî yapıtlarda anlamlı bir artış gözlemlenir. Bununla birlikte akılda tutulması gereken, edebî bir akım olarak köycülüğün tek parti döneminde tohumlarının atılmasıyla birlikte doruk noktasına 1950’lerden itibaren varacak olduğudur. Erken dönem Cumhuriyet romanı, göreli zayıflığına rağmen köycülüğün gelişmesinde büyük pay sahibidir. Tek parti döneminde kaleme alınan romanlar ve kısa hikâyeler köylülüğü ve köy yaşamını “elitist” bir bakış açısıyla çözümlemeye çalışmışlardır. Dönemin birçok edebî figürü bu konular üzerinde yazmış ve gerçek köy yaşamından çok kendi dünya görüşlerini ön plana koyan yapıtlar üretmişlerdir. Bunlar arasında Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Memduh Şevket Esendal ve Sabahattin Ali özel bir konuma sahiptir. Üçü de köycülük ideolojisine ne uyum sağlamış ne de ondan doğrudan etkilenmiştir. Buna ek olarak her üç yazarın da birbirlerinden farklı yol haritaları, kaygıları ve eğilimleri vardır. İçlerinden sosyalist bir bakış açısına sahip olan Sabahattin Ali’nin yaklaşımı üzerinde biraz daha durmak bu yazının çerçevesi açısından yerinde olacaktır.

Sosyalist bir bakış

Edebiyatta köye ve köylüye olan ilgiyi açığa çıkaran sadece Kemalizm’in yönlendirdiği aydınlar değildi. Beklenebileceği gibi dönemin solcu entelektüelleri de köyün ve bir sınıf olarak köylülerin modern Türkiye’nin gelişimindeki önemine vurgu yapıyorlardı. Bu ilgi, dönemin Avrupa’daki sol hareketlerinin güçlü bir işçi sınıfına yaslanmasında ve Türkiye’de bu sınıfın zayıflığı ile görünmez temsilinde saklıdır. Türkiye’nin halihazırda ağırlıklı olarak bir köylü toplumuna sahip olması, temsiliyetin zayıflığı konusunda bir fikir vermesi açısından önemlidir. Sosyalist aydınlar ve siyasetçiler açısından işçi sınıfı ideolojisini savunmanın (Nâzım’ın buradaki ayrıksı konumu çok önemlidir) ve bunu yaymanın zorlukları azgelişmiş, cılız bir sınıf hareketinin varlığından ötürü anlaşılabilir. Dolayısıyla kamuoyu tarafından sosyalist olarak bilinen Sabahattin Ali gibi bir yazarın yapıtlarında köylülüğün önemli bir yer tutması gayet doğaldır. Aslına bakılırsa ne iktidardaki Cumhuriyet Halk Partisi ne de köycülük akımının taraftarları, köylülüğün gerçekçi bir portresinin çizilmesi ve köy yaşamındaki toplumsal ilişkilerin çözümlenmesini Sabahattin Ali kadar arzulamıştır.

Sabahattin Ali Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatında, yazdığı kısa hikâyelerle toplumcu gerçekçiliği ülke gündemine sokan ilk yazarlardandır. 6 Kırsal kesimin ve köylülerin betimlenmesi o güne kadar hiç olmadığı bir şekilde gerçekçi ve yenilikçidir. Dili sade ve zariftir. Sabahattin Ali, Kuyucaklı Yusuf romanında ve kısa hikâyelerinde çok bilmişlikten ve yukarıdan bakan bir seslenişten daima kaçınır. Olayları, durumları ve kişilikleri daima edebî karakterlerinin gözüyle betimler. Bununla birlikte yapıtları toplumsal bir başkaldırının nüvelerini içinde barındırır.

Bu bağlamda Sabahattin Ali’nin entelektüellere ve bürokratlara bakış açısı örnek verecek olursak Yakup Kadri’ninkinden keskin bir biçimde ayrılır. Yakup Kadri açısından entelektüeller, eğer kendileri doğru yolu görebiliyorlarsa, köylülere bunu aktarabilir ve onların “medenileşmelerine” yardımcı olabilir. Bu bakış açısının ardında yatan temel neden, kaynağın toplumsal yapı yerine Doğu’nun doğal ortamının zorlukları olmasıdır. Buna karşılık Sabahattin Ali’nin yapıtlarında değiştirilmesi gerekenler her şeyden önce toplumsal ilişkiler ve toplumsal yapıdır. Yakup Kadri’nin aksine Sabahattin Ali entelektüellerden kayda değer bir şey beklemez. Tam tersine kırsal yaşamdaki toplumsal sorunların kaynağında toplumun bu elitist tabakası olduğunu düşünür. Bu özellikle Kuyucaklı Yusuf’ta, 1908 Devrimi’nden beri neredeyse hiçbir şeyin değişmediğine dair bakış açısı ile kendini ortaya koyar. Romanın sonu bu perspektife bir örnek oluşturur ve Yakup Kadri’nin soruna bakışını karşısına alır. Sabahattin Ali’nin romanı Yusuf’un dağa kaçışıyla son bulurken (bu aynı zamanda ümitsizliğin bir tür dile getirilişinin ve devlet otoritesinin her türlü reddedilişinin temsilidir), Yakup Kadri’nin Yaban’ı Ankara’dan gelen ve ulus-devletin zaferini duyuran, umut dolu top atışlarıyla biter.

1944 ırkçılık-turancılık davası

40’lı yıllar Türkiye açısından her şeyden önce 2. Dünya Savaşı’nın etkisinin yoğun bir biçimde hissedilmesi demektir. Temel tüketim maddelerinin karneyle satıldığı ve dolayısıyla karaborsacılıkla geçinen bir sınıfın türediği ülkede, savaşın kendi topraklarına da sıçrayacağı söylentilerinin halk arasında sıklıkla dile getirilmesi olağan bir hal almıştır. Toplumcu gerçekçiliği şiar edinen yazarlar, ürettikleri yapıtları eşitlikçi bir düzenin savunusu için ideolojik bir araç olarak kullanırken, Kemalizm’in sınıfları yok sayan halkçılığını karşılarına almış ve emek-sermaye arasındaki çatışmayı yapıtlarının merkezine koymuşlardır. Böyle bir ortam kendi karşıtını da örgütleyecek, Nazi Almanya’sı hayranı, ırkçı ve Turancı ideolojinin üstü örtülü bir biçimde korunarak sınıf savaşımının daha da kızışmasına yol açacaktır.

2. Dünya Savaşı boyunca sağ kamptaki kuvvetli figürlerden biri Turancı ideolojinin kitleselleşmesinde de büyük pay sahibi olan Nihal Atsız’dır. Kendisinin önderliğinde, Türkiye’nin savaşa doğrudan girmediği bu dönemde devlet aygıtına “sızmış” komünistlere meydan okunur. Bu süreçte kimi “aşırı” olarak adlandırılan milliyetçi unsurlar da bastırılır. Özellikle Turancılar 2. Dünya Savaşı boyunca Almanya’daki Nazi iktidarıyla ilişkileri olduğu savıyla suçlanırlar. 7 Nihal Atsız, Orhun adlı yayın organında, başbakan Şükrü Saraçoğlu’na 1 Mart 1944 ve 1 Nisan 1944 tarihli olmak üzere iki açık mektup kaleme alır. Bu mektuplarda eğitim kurumlarında faaliyet gösteren ve kişisel olarak tanıdığı Pertev Naili Boratav ve Sabahattin Ali gibi komünistleri eleştirmektedir. Hepsinden önemlisi Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel bu kişilere destek olmakla itham ediliyor ve istifa etmesi istenmektedir. Buna karşılık Sabahattin Ali kendisine hakaret ettiği gerekçesiyle Atsız’a dava açar. 3 Mayıs 1944 günü (bu tarihten sonra her yıl milliyetçiler tarafından Türkçülük Günü olarak kutlanacaktır) üniversite öğrencilerinin mahkeme önünde Nihal Atsız’a destek oldukları bir gösteriye sahne olur. Bu gösteri, aralarında Zeki Velidi Togan, Reha Oğuz Türkkan, Fethi Tevetoğlu, Hikmet Tanyu ve Alparslan Türkeş gibi sağcıların hükümete karşı bir darbe planladıkları gerekçesiyle tutuklanmalarına neden olur. Bunun üzerine Cumhurbaşkanı İsmet İnönü 19 Mayıs’taki Turancılık karşıtı konuşmasında bu akımın Türkiye’nin komşularıyla olan ilişkilerini tehlikeye soktuğunu ve açık bir biçimde Almanya’nın tarafında göründüğünü öne sürer. 29 Mart 1945’te Zeki Velidi Togan 10 yıl, Nihal Atsız 6 yıl hapis cezasına çarptırılır. 31 Mart 1947’de bir üst askerî mahkemenin kararıyla tüm davalılar beraat eder. 8 Mahkeme tutanaklarına göre Atsız savcı tarafından köken olarak Rum olmakla itham edilir. 9 Daha sonraları mahkemenin bu kararının Almanlar’ı bozguna uğratan Sovyetler’e bir siyasal rüşvet olarak alındığı öne sürülür.10

Siyasetçiler ve gazeteciler açısından Atsız ve diğerlerinin suçlanması Turancılığın bu kitleler nezdinde bir tür maceraperestlik olmasından kaynaklıdır. Bununla birlikte bir ideoloji olarak ırkçılık ülkeyi içerde bölmekten başka bir sonuca yol açmayacaktır. Her ne kadar Şükrü Saraçoğlu, Falih Rıfkı Atay, Hüseyin Cahit Yalçın gibi figürler kendilerini Türkçü olarak adlandırsalar da tümünün ortak vurgusu ırkçılık karşıtı kampta birleşmeleridir. Muhafazakâr ve milliyetçi romancı Peyami Safa bile Atsız’a destek vermez. Bununla birlikte aşırı sol ve aşırı sağ, tehlikeli ideolojiler olarak tespit edilip Kemalizm tek meşru ideoloji olarak konumunu sağlamlaştırır. 1947 yılında Pertev Naili Boratav, Behice Boran ve Niyazi Berkes’in Ankara Üniversitesi Dil, Tarih, Coğrafya Fakültesi’nden komünist oldukları gerekçesiyle kovulmaları rejimin kendisini ne şekilde konsolide ettiğini göstermesi açısından da önemlidir. 11 1940’lardaki olaylar resmî ideolojiden herhangi bir sapmanın hiçbir biçimde hoş görülmediğini kanıtlar niteliktedir. Genç Cumhuriyet kendisi için büyük tehdit oluşturabileceğini düşündüğü Nâzım Hikmet’i hapishanelerde çürütürken, özellikle Sabahattin Ali’nin payına düşen de kovuşturmalar, tehditler ve bilindiği gibi en sonunda katledilmek olmuştur. Bununla birlikte rejim kendisini sağ kamptan Nihal Atsız vb. Turancılar’ı da “ıslah” etmeye çalışarak restore etmiştir. Restorasyon sürecinin bir kanıtı da ırkçı ve faşistler arasından kovuşturmalara uğrayanların Türkiye’nin siyasal tarihinde farklı dönemlerde tekrar ortaya çıkacak olmalarıdır. Niyazi Berkes’in de belirttiği üzere Atsız gibi bir figürün bu kadar kısa sürede unutulmuş olması fazlasıyla şaşırtıcıdır.12 1944’teki Irkçılık-Turancılık davasıyla rejimi restore eden iktidar, solcu öğretim üyelerini üniversiteden uzaklaştırarak her iki ideolojiye de eşit mesafede olduğu algısını yaratır. Sola vurulan darbenin çok daha şiddetli olduğu, Türkiye tarihinin ilerleyen aşamalarında ortaya çıkacaktır.

Trajik bir son

Sabahattin Ali’nin 30’lu yılların ikinci yarısı ile 40’lı yılların ilk yarısında çok üretken olduğunu biliyoruz. 1936’dan 1943’e kadar beş hikâye kitabı, bir novella ve üç roman yayımlar Ali. Atatürk ölüp İsmet İnönü cumhurbaşkanı olduktan ve 2. Dünya Savaşı sona erdikten sonra kimi yazarlar geçmişe kıyasla daha özgür bir ortama kavuştukları inancını beslemeye başlar. Ali de bu muhaliflerden biridir. Hükümeti ve milliyetçiliği kıyasıya eleştirir. Eski arkadaşı Nihal Atsız önderliğinde örgütlenen Turancılar’ın hışmına uğradıktan sonra hükümet tarafından kovuşturmaya uğrar. Birçok defa gözaltına alınır ve hapse mahkûm edilir. 1948 yılında salıverildikten sonra yurtdışına çıkmaya karar verir ancak devlet kendisine pasaport vermeyi reddeder. Sınırı yasadışı yollarla geçmeye çalışır ve ordudan atılmış eski bir astsubay olan Ali Ertekin ile Türkiye-Bulgaristan sınırını geçmek üzere bir anlaşma yapar. Geçimini yurtdışına insan kaçırmakla sağlayan, öte yandan Millî Emniyet Hizmeti Riyaseti (bugünkü MİT) adına ajanlık yapan Ali Ertekin tarafından 2 Nisan 1948’de katledilir. Katil tutuklanır ve dava sonucu dört yıl hapis cezasına çarptırılır. Faili hiç de meçhul olmayan, siyasal bir cinayete kurban edilen Sabahattin Ali, siyasi atmosferin bu kadar kızıştığı bir Türkiye’de yaşamanın zorluklarına dair, başına geleceklerden haberdarmışçasına şöyle yazmıştır: 

“Çalmadan, çırpmadan bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?”

  • 1. Cumhuriyet’in erken dönemi tek parti rejimini ve çok partili sistemin ilk dört yılını kapsayan dönem (1923-1950) olarak kavramsallaştırılabilir. Toplumcu gerçekçilik yaklaşık olarak 1923-1932 yılları arasında üretilen ulusal edebiyattan ortaya çıkmıştır. Toplumcu gerçekçiliğin temsilcileri günlük yaşamın gerçekçi bir portresini sunmaya çalışmışlardır. Örneğin Sait Faik’in kısa hikâyeleri İstanbul’un ezilenlerinin, emeğiyle geçinenlerinin ve “etnik azınlıklarının” yaşamlarını olağanüstü bir detaycılıkla anlatır. Orhan Kemal ve Yaşar Kemal gibi yazarların romanları toplumcu gerçekçi kaynaktan beslenmiş, bununla birlikte özellikle Çukurova’ya odaklanmaları köy romanının gelişimini doğrudan etkilemiştir. Sabahattin Ali’nin yapıtı her iki kategoriye de tam olarak uymaz. Bunlardan hem etkilenmiş hem de bunları etkilemiştir.
  • 2. Stendhal, Kızıl ile Kara, (Çev: Nurullah Ataç), Can Yayınları, İstanbul, 2011 (3. baskı).
  • 3. Bu temaları konu edinen yapıtların bir bölümü şu şekilde sıralanabilir: Halide Edip Adıvar; Sonsuz Panayır (1946), Sabahattin Ali; Böbrek (Sırça Köşk, 1947), Reşat Enis Aygen; Ağlama Duvarı (1949), Peyami Safa; Matmazel Noraliya’nın Koltuğu (1949), Ahmet Hamdi Tanpınar; Huzur (1949), Oktay Akbal; Önce Ekmekler Bozuldu (1946), Mahmut Bey’in Gazetesi ve Dondurmalı Sinema (Aşksız İnsanlar, 1949), Atilla İlhan; Sokaktaki Adam (1953), Yakup Kadri Karaosmanoğlu; Panorama (1953–54), Kemal Bilbaşar; Pembe Kurt (1953), Refik Halit Karay; Bugünün Saraylısı (1954) ve Dört Yapraklı Yonca (1957), Orhan Kemal; 72’nci Koğuş (1958), Sait Faik Abasıyanık; Ketenhelvacı (Tüneldeki Çocuk 1955) ve Rıza Milyoner (Alemdağ’da Var Bir Yılan, 1954), Samim Kocagöz; Onbinlerin Dönüşü (1957).
  • 4. Tartışmaların uluslararası boyuttaki yansımaları için bkz. “Elite Perceptions of Land Reform in Turkey,” The Journal of Peasant Studies 27 (3), Nisan 2000, s. 115-141; “The People’s Houses and the Cult of the Peasant in Turkey,” Middle Eastern Studies 34 (4), Ekim 1998, s. 67-91; “The Village Institute Experience in Turkey,” British Journal of Middle Eastern Studies 25 (1), Mayıs 1998, s. 47-73.
  • 5. Örneğin Kemal Tahir pek çok roman kaleme almıştır. Bunlarda ilginç, tartışmalı ve önemli tarihsel konulara değinerek kendine has bir edebiyat kuramı ve tarihyazımına dair farklı bir bakış açısı geliştirmiştir.
  • 6. Ahmet Oktay, Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1993, s. 130; Ramazan Korkmaz, Sabahattin Ali, Yapı Kredi Yayınları, 1997, s. 129.
  • 7. Jacob Landau, Jews, Arabs, Turks. Selected Essays, Magnes Press, 1993, s. 180.
  • 8. Mustafa Özden, Atsız ve 1944 Irkçılık-Turancılık Olayı, Türk Dünyası Tarih Dergisi, 21 (122), 1997, s. 22-23.
  • 9. Uğur Mumcu, 40’ların Cadı Kazanı, Tekin Yayınevi, 1992, s. 82.
  • 10. Özden, a.g.y., s. 47.
  • 11. Mumcu, a.g.y., s. 99.
  • 12. Niyazi Berkes, Unutulan Yıllar, İletişim Yayınları, 1997, s. 172.