Ankara Tabip Odası Eski Sekreteri Dr. Ebru Basa: 'Salgın aşıya bakışı değiştirecektir'

'Kovid-19 pandemisi, aşısı henüz geliştirilmemiş olsa da, aşılamayla önlenebilen bulaşıcı ve salgın hastalıkların ölümle sonuçlanabileceğini ve bu nedenle yaşamın bir parçası olarak görülmemesi gerektiğini hatırlattı. Bağışıklamaya yaklaşım etkilenecektir elbette ama bu yaklaşım keşke baskın ölüm korkusundan değil de bilimsel yöntem kullanımının yaygınlaşmasından etkilenerek değişebilseydi…

Haber Merkezi

Nisan ayının son haftası, aşı ile önlenebilir hastalıklarla mücadeleye dikkat çekmek ve aşılanma oranlarını arttırmak amacıyla Dünya Bağışıklama Haftası olarak kabul ediliyor. Kovid-19 pandemisiyle birlikte aşılar daha fazla gündeme gelse de, son yıllarda dünya genelinde ve ülkemizde yaygınlaşan aşı karşıtlığının sonucu olarak toplum bağışıklığının sağlanması hedefinden uzaklaştığı biliniyor. Aşı karşıtlığının nasıl ortaya çıktığını, aşı karşıtlarının argümanlarını ve söz konusu tutumun yaygınlaşmasının nedenlerini Bilim ve Aydınlanma Akademisi Toplum Sağlığını Geliştirme ve Koruma Bilim Alanı üyesi Dr. Ebru Basa'ya sorduk. Ankara Tabip Odası eski Genel Sekreteri Dr. Basa, Aile Hekimi olarak görev yapıyor.

Dr. Ebru Basa

Aşı karşıtlığı nedir? Nasıl tanımlayabiliriz?

Aşı karşıtlığına değineceğim ama bugün artık yalnızca aşı karşıtlığından değil aşı kararsızlığından da (ya da tereddüdünden de) söz etmek durumundayız. “Vaccine hesitancy” yani aşı kararsızlığı terimi Dünya Sağlık Örgütü tarafından yeni kullanılmaya başlandı ve “aşı hizmetlerinin varlığına rağmen bazı aşıların kabulünün geciktirilmesi ya da reddedilmesi” olarak tanımlanıyor, uygulamada karşılaştığımız bu tutuma aşı konusunda ayak sürüme de diyebiliriz. Hiçbir koşulda hiçbir aşıyı yaptırmamak ise aşı karşıtlığı olarak tanımlanıyor. Güncel durumda sahada karşılaştığımız tutum ağırlıklı olarak aşı kararsızlığı biçiminde gerçekleşiyor diyebiliriz. Yakın zamanda Kızamık-Kızamıkçık-Kabakulak aşılamasında toplumsal bağışıklık oranları DSÖ’nün bir çok bölgesinde düşme eğilimine girdiği ve aşı kararsızlığı tutumu da dünya ülkelerinin yüzde 90’ından fazlasında rapor edildiği için “aşı kararsızlığı ve karşıtlığı” DSÖ tarafından çözülmesi gereken küresel sağlık sorunları listesine alındı.

Aşı karşıtlığının tarihçesinden bahsedebilir misiniz?

Bu soruya aşı karşıtlığının dünyada ve bizde nasıl geliştiğinden hareketle yanıt vermeye çalışayım ama bundan önce ister istemez aşının tarihine kısacık da olsa değinmek durumundayım.

Aşı insanlık tarihindeki en önemli buluşlardan biri. Aşı üretimi henüz endüstriyel nitelik kazanmadan önce aşı karşıtlığına nispeten yerel bir tutum olarak rast geliyoruz. Ancak aşı karşıtlığının dünya genelinde giderek örgütlü bir orta sınıf tavrı haline gelmesi öngörülebileceği üzere aşıların seri biçimde üretilebilmesiyle, aşının metalaşması ve aşı “pazarı”nın büyümesiyle birlikte mümkün olabildi.

Yazılı kayıtlara göre, Çinlilerin MÖ 560 yılında kullandıkları ve “variolasyon” olarak tanımlanan ilkel yöntem ilk aşılama olarak kabul ediliyor. Çiçek hastalığını hafif geçirmekte olan hastaların lezyonları kabuklandığında, bu kabuklar kurutulup toz haline getirilmiş ve tozların solunarak ya da sulandırıldıktan sonra çizilen deriden vücuda inokülasyonu yoluyla variolasyon uygulanmış. Bu yöntemin Osmanlı hamamlarında uygulandığına bizzat tanık olan İngiliz Büyükelçisi'nin eşi Lady Montagu 1718 yılında çocuğuna çiçek aşısı yaptırmak için bir mektup yazarak Papa’dan izin istemiş ve yöntemin Kıta Avrupası'nda duyulmasını sağlamış. Bu örnekten dahi ruhban sınıfının aşı karşıtlığında başından itibaren belirleyici rol oynadığı, bir tür icazet makamı gibi davrandığı sonucunu çıkarmak mümkün.

Bizler aklın ve bilimin egemenliğini kurmak zorundayız, bu aynı zamanda pandemide yaşamını yitiren yüz binlerce insana ama en çok da COVID-19 pandemisiyle mücadele ederken yaşamını yitiren sağlıkçılara borcumuzdur.  

Salgın hastalıkların yol açtığı kitlesel ölümler üzerine kimi ülkeler zorunlu aşı uygulamasına geçince karşıtlık, alınan kimi zaptiye önlemlerine verilen tepki üzerinden boy vermiş. Örneğin ABD’de 1870’te çıkan çiçek salgını sonrasında aşı zorunlu kılınmış ve aşı yaptırmayanlara uygulanan para cezaları aşı karşıtlığını beslemiş.

En genel anlamda dinsel gerekçelere dayanan aşı karşıtlığının geriletilmesinde salgınlardan kaynaklanan kitlesel ölümlerin yıkıcılığı kadar, Aydınlanmacı düşüncenin ve bilimsel devrimlerin Papalık kurumunun otoritesini zayıflatmasının rolü olmuştur diye öngörebiliriz. Güncel aşı karşıtlığının giderek örgütlü bir orta sınıf tavrına dönüşmesinde ise dinci gerici ideolojilerin güçlenmesinden öte sağlığın metalaşmasının yanı sıra bilimsel düşünceden uzaklaşılmasının, tarihsel materyalist yöntemin yerine ikame edilen bilinemezci, öznel idealist tüm yorumlama biçimlerinin yaygınlaşmasının belirleyici olduğunu düşünüyorum. Örneğin Türkiye’de çocuklarına aşı yaptırmamak üzere dava açan ilk ebeveyn Cumhuriyet savcısı bir baba ve öğretmen anneden müteşekkildi yani Cumhuriyet kurumlarında eğitim görmüş, Cumhuriyet kurumlarında hizmet vermekte olan kişilerdi.

Türkiye’de aşı karşıtlığının ve kararsızlığının ortaya çıkmasında ve hızla yayılmasında Anayasa Mahkemesi'nin konuyla ilgili verdiği iki karar belirleyici oldu. Uşak ve Mersin’de iki ailenin çocuklarını aşılatmak istememeleri ve konuyu yargıya taşımaları üzerine Anayasa Mahkemesi 2015 ve 2016 yıllarında bağlayıcı nitelikte iki karara imza attı. Anayasa Mahkemesi bu kararlarında Anayasa’nın 17. Maddesinin 2. Fıkrasına dayanarak aşı uygulamasını vücut bütünlüğünün bozulmasına neden olacak müdahale kapsamına soktu, bunun da ancak bireyin ya da ailesinin rızası ile mümkün olabileceğine ve aşıyı zorunlu tutan bir mevzuat olmadığı takdirde ailelerin aşıyı reddetme haklarının bulunduğuna hükmetti. Bu karar Türkiyeli aşı karşıtlarının elini muazzam güçlendirdi elbette. İki istisnai durumdan söz edilebilir. 1930 tarihli Umumi Hıfzısıhha Kanunu'nda adı geçen çiçek aşısı bir mevzuatta özel olarak anılmış olduğu için uygulanması vücut bütünlüğünü bozmak ve anayasayı ihlal etmek anlamına gelmezken, 1930 tarihinden sonra geliştirilen aşılar doğal olarak bu kapsama girmiş oldu. Öte yandan Anayasa Mahkemesi 2016 tarihli kararında yeni doğan bebeklerden topuk kanı alınmasının yine Umumi Hıfzısıhha Kanunu ile düzenlenmiş olduğuna işaret ederek bu konuda kanunilik şartının yerine getirilmiş olduğuna karar verdi.

Aşı karşıtları hangi gerekçeleri ileri sürüyorlar? Türkiye ve diğer ülkelerdeki yaklaşımlar arasında bir farklılık var mı?

Aslında yöntemsel olarak belirgin bir fark olduğu söylenemez ama tasnif etmeye çalışayım karşıtlık gerekçelerini. Öncelikle “aşı yaptırmama hakkı” diye tarif ettikleri ve bu tanımdan hareketle biçimsel olarak birey hak ve özgürlüklerinin alanına girdiğini iddia ettikleri bir gerekçe ileri sürmekteler. Ebeveyn ya da bebeğe/çocuğa bakım veren yetişkin her kimse bu tutumla çocuğun sağlığını korumak ve geliştirmek göreviyle ilişkili sorumluluklarını düpedüz yerine getirmemiş ve “çocuğun yüksek yararı” ilkesini gözetmemiş oluyor. Çocuğun bir nevi mülk edinildiği bu tutum alış sonuçları itibarıyla “bireysel  özgürlükler” alanında kalamadığı için toplumsal bağışıklama oranının düşmesine de katkıda bulunmuş oluyor.

Güncel aşı karşıtlığının giderek örgütlü bir orta sınıf tavrına dönüşmesinde ise dinci gerici ideolojilerin güçlenmesinden öte sağlığın metalaşmasının yanı sıra bilimsel düşünceden uzaklaşılmasının, tarihsel materyalist yöntemin yerine ikame edilen bilinemezci, öznel idealist tüm yorumlama biçimlerinin yaygınlaşmasının belirleyici olduğunu düşünüyorum. 

Aşıların alüminyum, cıva vb. ağır metaller içerdiği, kullanılan koruyucu adjuvanların öngörülemez yan etkileri bulunduğu, kızamık aşısının otizm yaptığı nevinden ağırlıkla aşıların kimyasal yapılarından türetilen karşıtlık gerekçeleri de bulunuyor. Bir diğer gerekçe de dinsel nitelikte, aşılara içeriklerinde domuz ürünleri olduğu ya da “gizli düşmanlarımız, aşılar vasıtasıyla vücudumuza zararlı maddeler vererek neslimizi bozmak istedikleri” gerekçesiyle karşı çıkanlar da var.

Aşı karşıtları ayrıca hastalıkların iyileşen sanitasyon ya da hijyen uygulamaları nedeniyle yok olduğunu ya da aşıyla önlenebilen hastalıkların kendi ülkelerinde yok olduğunu ve aşıya gerek kalmadığını ve zaten bulaşıcı hastalıkların çoğunun ölümcül de olmadığını iddia ediyorlar. Birçok aşı karşıtı, aşıyla önlenebilir hastalıkları yaşamın doğal bir parçası olarak görüyor. Bu saydığım gerekçelerin tamamı bilimsel olarak çürütülmüş olmasına rağmen aşı karşıtlığı var olmaya devam ediyor.

Son yıllarda dünya genelinde yaygınlaşmasının nedenleri nedir?

Aslında biraz yanıtladım gibi ama biraz daha derinleştirmeye çalışayım. Galiba en önce tarihsel ilerleme fikrine düşman bir gericilik çağında yaşamakta olduğumuzu öngörmemiz gerekiyor. Elbette bu gericiliğe, bu karanlığa mahkum değiliz ve bu yeni Ortaçağ’dan önünde sonunda işçi sınıfının bilimsel kılavuzunun ışığında çıkacağımızdan zerre kadar kuşkum yok. Dolayısıyla yalnızca aşı karşıtlığını değil örneğin düz dünyacılık ya da alternatif tıpçılık gibi akıllara durgunluk veren yeni nesil gericilik türlerini de ancak bu tarihsel bağlama yerleştirirsek -mazur demeyeyim ama- eğreti görmeyebiliriz diye düşünüyorum. Kapitalizm yalnızca bu dünyayı var eden maddi emeği sömürmekle, emekçileri açlığa, yoksulluğa, yersiz yurtsuzluğa, çaresizliğe mahkum etmekle kalmıyor aynı zamanda bütün bu maddi zenginliğin yaratıcısının kendi emeğine ve üretimine yabancılaşması, kendi gözünde değersizleşmesi için de elinden geleni yapıyor. Onurlarına, özgüvenlerine, kendilerini gerçekleştirme potansiyeline saldırılıyor emekçilerin. Bu çöküş döneminde pandemiden hemen önce neredeyse her hafta bir işçinin canına kıyması biraz da bundandır diye düşünüyorum. İnsanlık sosyalizm bir sistem olarak çözüldüğünden beri tarihte yıldızının yeniden parladığı bir anın hasretiyle kavruluyor, insan yücelmedikçe özgüvenini yitirir ve gericiliğe teslim olma eğilimine girer. Aşı karşıtlığı bunun bir tezahürüdür diye düşünüyorum.

Toplum sağlığı söz konusu olduğunda ilaç ve aşı tekellerinin rolü ile aşı karşıtlığı arasında bir ilişki kuruluyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Aşı karşıtlarının hepsi keşke ve yalnızca antikapitalistlerden oluşsaydı diyorum çünkü gerçekten de aşı ve ilaç tekellerinin aşının metalaşmasında ve kamusal bir ürün olmaktan çıkmasında mutlak bir belirleyiciliği var ve “samimi” aşı karşıtlarını da bu bakımdan tenzih etmek isterdim elbette ama tekellerle öyle mücadele edilmez dolayısıyla aşı karşıtları tekellere karşı çıkarken samimi olduklarını düşünseler bile mücadelelerinde tutarlı oldukları söylenemez. Öte yandan aşı karşıtlığı nadiren tekil biçimde karşımıza çıkıyor, aşı karşıtları çoğunlukla aynı zamanda geleneksel ve tamamlayıcı sağlık uygulamalarını benimseyen ve savunan, bilimsel tıbba kuşkuyla bakan kimseler oluyorlar ve bu alaşımın da kendisine ait bir endüstrisi ya da pazarı oluşmuş durumda. Son söz olarak aşı insanlık tarihinin en önemli buluşlarından biridir ve dünya üzerinde aşı üretimi elbette tekellerin elinden alınmalıdır, tıpkı Küba’da olduğu gibi. Aşılar bütünüyle kamusal üretilmeli, ücretsiz, zorunlu ve erişilebilir olmalıdır.

Aşı insanlık tarihinin en önemli buluşlarından biridir ve dünya üzerinde aşı üretimi elbette tekellerin elinden alınmalıdır, tıpkı Küba’da olduğu gibi. Aşılar bütünüyle kamusal üretilmeli, ücretsiz, zorunlu ve erişilebilir olmalıdır. 

Aşı karşıtlığının yaygınlaşmasında bilim etiği ihlalleri de önemli bir rol oynadı. Bu konuda bilgi verebilir misiniz?

Elbette. Aşıların yan etkisi konusundaki en önemli iddia Kızamık-Kabakulak-Kızamıkçık aşısının çocuklarda otizme neden olduğu yönündeydi. Bu tartışma 1998’de Dr. Wakefield’ın Lancet’te yayınlanan ve bu aşının otizme neden olduğunu savunan bir makalesiyle başlamıştı. Bu makaleye konu edilen klinik çalışmanın hatalı kurgulandığı ortaya çıkmasına ve sonraki yıllarda makalede ileri sürülen tezi çürüten onlarca çalışma yapılmasına, otizmle kızamık aşısı arasında herhangi bir ilişki olmadığının kanıtlanmasına rağmen aşı karşıtlarının en sık başvurduğu referans, indeksten de çıkarılmış olan bu çalışma oldu. Sonradan, Dr. Andrew Wakefield’ın çalışma için kimi ilaç firmalarıyla akçalı çıkar ilişkisine girdiği ortaya çıktı ve bildiğim kadarıyla şu an hekimlik de yapamıyor. En bilinen etik ihlali buydu.

Kovid-19 pandemisiyle birlikte aşı çalışmaları tüm dünyanın gündemine girdi. Bu dönemde aşı karşıtlarının argümanlarına pek rastlamıyoruz. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Bağışıklamaya yaklaşım değişiyor mu? Aşı reddi oranlarında bir azalma beklenebilir mi?

Bu durumu bulaşıcı ve salgın bir hastalıktan ölümün bir olasılık olmaktan çıkıp ete kemiğe bürünmesinin yarattığı şok edici tabloya bağlayarak değerlendiriyorum. Bugüne kadar artan aşılama yöntemleri sayesinde düşen hastalık görülme ve ölüm oranları nedeniyle bu hastalıklara dair korkular da toplumda unutulmuştu ancak aşılama oranları düştükçe örneğin Kızamık hastalığının yeniden salgın yapabildiğini gördük.

Kovid-19 pandemisi, her ne kadar Kovid-19 aşısı henüz geliştirilmemiş olsa da, aşılamayla önlenebilen bulaşıcı ve salgın hastalıkların ölümle sonuçlanabileceğini ve bu nedenle yaşamın bir parçası olarak görülmemesi gerektiğini de hatırlattı. Bağışıklamaya yaklaşım etkilenecektir elbette ama bu yaklaşım keşke baskın ölüm korkusundan değil de bilimsel yöntem kullanımının yaygınlaşmasından etkilenerek değişebilseydi. O yüzden ihtiyatlıyım, bir salgınla bilimsel olarak nasıl mücadele edileceğinin yolu yöntemi ortadayken başka abukluklarına da tanık olduğumuz ABD Başkanı damar yolundan dezenfektan verilmesini önerebiliyorsa, karantina önlemlerine “direnen” ve işbaşı yapmak isteyen Teksaslılar ancak ne olup bittiğini gayet iyi kavramış sağlıkçılar tarafından yolları kesilerek durdurulabiliyorsa daha alacak epey yolumuz var demektir. Gene de umuyorum ki aşı reddi oranları azalacak. Aşılar 250 yıldır insanlığın ilerici tarihsel birikiminin parçası ve geliştirilecek her yeni aşı da bu birikime eklemlenecek. Bizler aklın ve bilimin egemenliğini kurmak zorundayız, bu aynı zamanda pandemide yaşamını yitiren yüz binlerce insana ama en çok da Kovid-19 pandemisiyle mücadele ederken yaşamını yitiren sağlıkçılara borcumuzdur.