Ali Erbaş sadece kılıçlı müsamereyi hatırlıyor: Gelenekte şeyhülislamların siyaseten katli de var

Ali Erbaş'ın işaret ettiği 'gelenek'te 'kılıçla hutbe'nin yanında haddini aşan din adamlarının başının vurulması gibi başka uygulamalar da var. Onları görmezden gelip, müsamereye uygun olanlarının alınması ise garipsenecek bir davranış. Bir din adamının aklına geleni yapması veya söylemesi Duşakabinoğulları Beyliği’nde bile mümkün değildir.

Haber Merkezi

Erbaş’ın açıklamasından da anlaşıldığı gibi ibadet sırasındaki kılıç gösterisinin İslam diniyle ilgisi yok. Osmanlı devletinin icat ettiği bir gelenek. Dinden daha çok devlet işleri ile ilgili bir seremoni. DİB Ali Erbaş’a yöneltilen eleştiri de bu müsamereleri dini değil siyasal amaçlar düzenlediği yönünde. Zaten Osmanlı “geleneklerini” yardıma çağırmanın yol açtığı başka sorunlar var. Ortaçağ artığı bir imparatorluğun uygulamalarını rasyonalize etmeye kalkmak “ölümcül” sorunlara yol açabilir.

“Bütçesi arttırılmış” Diyanet İşleri’nin başındaki şahsın “kılıçlı gösterisi” ile ilgili tartışmalar sürüyor. Diyanet Başkanı Ali Erbaş Ayasofya müzesi statüsünden çıkarılıp ibadete açılınca hutbeyi elinde kılıçla okumuş, böylece müzenin fethi ile İstanbul’un fethini eşitlemeye kalkışmıştı. Camiyi müzeye çeviren Mustafa Kemal’e lanet okuduğu o hutbenin ardından Ali Erbaş’a ağır eleştiriler yönetildi ve suç duyurularında bulunuldu. Ancak Ali Erbaş, iktidarın dokunulmaz memurları arasında.

Ali Erbaş eleştirilere aldırmadığı gibi Ayasofya müzesindeki Cuma namazlarına elinde kılıçla çıkmayı sürdürdü. Dün eleştirilere de şöyle cevap verdi: “Kılıçla hutbe okumak bizim tarihimizde ve geleneğimizde var olan, yaygın bir uygulamadır. İstanbul fethedildiğinde Ayasofya'daki ilk Cuma hutbesi de kılıçla okunmuş ve 481 yıl böyle devam etmiştir. Hutbenin bu şekilde okunması, bir yönüyle Ayasofya'nın camiye çevrildiğinin ilanı, diğer yönüyle de fethe dair bir mesajdır. Kılıçla hutbe geleneği İstanbul, Edirne, Kocaeli, Çanakkale, Kastamonu, Tokat, Balıkesir, Bartın başta olmak üzere ülkemizdeki bazı camilerde eskiden beri uygulanmaktadır. Bu durumu garipseyen, eleştiren, farklı manalara çekmeye çalışan yaklaşımları hayretle karşılıyorum. İslam medeniyetinin değerlerini ve evrensel insanlık ilkelerini ortaya koyan beyanlarımız görmezden gelinerek kılıçla hutbe geleneğinden, sanki Müslümanların söyleyecek sözü kalmadığı için böyle bir uygulamaya gidildiği sonucunu çıkaran bir yaklaşımı, vicdanlara havale ediyorum.”

Erbaş’ın açıklamasından da anlaşıldığı gibi ibadet sırasındaki kılıç gösterisinin İslam diniyle ilgisi yok. Osmanlı devletinin icat ettiği bir gelenek. Dinden daha çok devlet işleri ile ilgili bir seremoni. DİB Ali Erbaş’a yöneltilen eleştiri de bu müsamereleri dini değil siyasal amaçlar düzenlediği yönünde. Zaten Osmanlı “geleneklerini” yardıma çağırmanın yol açtığı başka sorunlar var. Ortaçağ artığı bir imparatorluğun uygulamalarını rasyonalize etmeye kalkmak “ölümcül” sorunlara yol açabilir.

Haddini bilmeyen şeyhülislamın sonu 

Osmanlı İmparatorluğundaki en yerleşik geleneklerden biri “siyaseten katl”di.

Devletin ali çıkarları söz konusu olduğunda padişahlar kardeşlerini ve babalarını öldürebilirdi. “Kardeş katli” Osmanlı devletinin geleneklerinden biri. Pek çok vezir de benzer akıbetle karşılaştı. Hatta “kurucu ailelerden gelen” vezirleri katletmek derin siyasal krizlere yol açtığı için vezirleri devşirmeler arasından atamak gelenek oldu. Böylece uysal olmayan vezirlerin katli önündeki engeller kaldırılmış oldu.

“Siyaseten katl”edilenler arasında şeyhülislamlar da var. Ahîzâde Hüseyin Efendi katledilen ilk şeyhülislam. Sultan IV. Murad Bursa’ya giderken yolların bozukluğundan dolayı, İznik kadısının idam edilmesi için emir vermişti. Kadı kale kapısına asıldı, cesedi üç gün meydanda bırakıldı. Olayı öğrenen şeyhülislam Ahizade Hüseyin, Kösem Sultan’a bir mektup yazarak, ilmiye ricaline böyle davranmanın sakıncalarını dile getirdi. Şeyhülislamın itirazını öğrenen IV. Murat şeyhülislam ile oğlu İstanbul kadısı Mehmed Çelebi’yi Kıbrıs’a sürdü. Kıbrıs’a gitmek için bindiği gemiden indirilip boğazlandı.

Oğlunu şeyhülislam atamıştı

Hocazade Mesud Efendi ise IV. Mehmed zamanında meydana gelen “Vak’a-i vakvakiye”de yeniçerilen isteğiyle şeyhülislam oldu. Saraydaki iktidar oyunlarına karışınca Bursa’ya sürüldü. Saray’a Bursa’da da rahat durmadığı yönünde istihbarat gelince boğazlanması emri verildi. Öldürülüp cesedi şehir meydanına atıldı.

Feyzullah Efendi II. Mustafa devrinde şeyhülislam oldu. Dokuz yıl bu görevde kaldı. Mutlak bir otorite kurarak kendi yakınlarının devlet kademelerinde istihdam edilmelerini sağladı. 1703’te meydana gelen meşhur “Edirne Vak’ası”da rolü olduğu iddia edildi. Çok iş bilir bir şeyhülislamdı. Ölümünden sonra oğlunun şeyhülislam olması için padişahtan ferman almayı bile başarmıştı.

Feyzullah Efendi’nin şeyhülislamlığı sırasında Padişahlar din adamlarına “saygılı” davranıyordu. Bu saygı gereği ulema sınıfına dokunulamadığı için Feyzullah Efendi önce sancak beyi olarak atandı, sonra başı vuruldu. Cesedi ayağına ip takılarak Edirne sokaklarında, bir Hıristiyan cenazesinin arkasında dolaştırıldıktan sonra Tunca nehrine atıldı.

Özetle Erbaş'ın işaret ettiği "gelenekte" “kılıçla hutbe”nin yanında hükümdar karşısında haddini aşan din adamlarının başının vurulması gibi başka uygulamalar da var. Onları görmezden gelip, müsamereye uygun olanlarının alınması ise garipsenecek, eleştirilecek, farklı manalara çekilebilecek bir davranış. Bir din adamının aklına geleni yapması veya söylemesi Duşakabinoğulları Beyliği’nde bile mümkün değildir.