Racon, dilimize kabadayılıktan bakiye bir kelime. Engin Bilginer’in “Babalar Senfonisi” adlı kitabına göre kelimenin kökeni İtalyanca. İtalyancası Raggione. Sebep, haklılık gibi anlamları var kelimenin. İstanbul’da dillerin ve kültürlerin yan yana yaşadığı zamanlarda kabadayılığın kültürüne ve dolayısıyla dilimize girip yerleşmiş. Kabadayıların aralarında çıkan kavgalar büyür ve içinden çıkılamaz hale gelirse birkaç kabadayı bir araya gelir, aralarında bir karara varırlarmış. Buna racon kesme adı verilmiş. Racona uymak şartmış haliyle. Eğer uyulmazsa bu İstanbul’un bütün kabadayılarını karşına almak anlamına gelirmiş ki, zamanın değerlerine göre böyle birinin hayatta kalma şansı neredeyse yokmuş.
Hukukun bittiği yerde baş gösteren bir tür kabadayı hukukundan söz ediyoruz yani. Mafya için de söylenmiyor mu, “Mafya devletin boşluğunda doğar” diye. Son yıllarda sistemin hukuksuzluğu o kadar ayyuka çıktı ki, yüzyıl öncesinin kabadayı hukuku geri döndü. Hukuk silinip gitti, yerine racon kesme geldi. Devlet idarecileri yok, gazeteci yok, polis yok. Racon kesen kabadayılar hüküm sürüyor ülkede.
“Mafya” yakın zamanların icadı, başlangıcı “kabadayılık”tır. Bilginer onlara “kent şövalyeleri” diyor ki herhalde uygun bir adlandırmadır. Şöyle devam ediyor; “İstanbul’un eski kabadayılığı bir tür kent şövalyeliğiydi. Bu şövalyeliğin de kendine göre yasaları, raconları vardı. O dönemin kabadayıları zayıfları korurlar, çizdikleri yoldan sapmamaya çalışırlardı… Birbirlerine saygı gösterir, bu saygıya layık olmaya çalışırlardı. Kendilerine ‘külhanbeyi’ denmesinden ödleri kopardı. Çoğu cahil ama terbiyeli kişilerdi…”
Demek ki tarihimizde kabadayıların bile “ahlaklı” olabildiği dönemler var. Peki, ne oldu da oralardan Sedat Peker türü ucubelere evirildi mafya tiplememiz?
Diyor ki Bilginer, 12 Eylül’den sonra yeraltı dünyası köklü değişikliklere uğradı. Güçlendi, giderek Türkiye’nin düzeninde kök saldı. Baş edilmesi zor, hatta imkânsız oldu. Politikacılar, yüksek bürokratlar, iş adamları Türkiye tarihinin hiçbir döneminde görülmemiş bir biçimde yeraltı dünyası ile el ele verdiler. Bir bakıyorsunuz, bir içişleri bakanı, filancalılar gecesinde, uyuşturucu kaçakçısı bir baba ile sarmaş dolaş öpüşüyor, bir emekli general iş takipçiliği yapıyor, polis müdürleri içeri giren ünlü kabadayıları çıkarmak için yırtınıyor, savcılar kabadayıların silahını taşıyor...
Mafya liberalizmin öz evladıdır
'80'li yıllarda Cuntanın inayetiyle iktidar olan “liberal” Turgut Özal yastık altında tutulan altınların ve dövizlerin çıkarılıp ekonomiye kazandırılmasına karar verdi. Türkiye serbest piyasa ekonomisine geçmişti, dışa açılmak istiyordu. Kaçakçılığa, mafyoz yöntemlere artık gerek yoktu. Kaçakçılar, mafya şebekeleri devletle iş tutarsa “saygın işadamları” sınıfında sayılacaktı. Hoş saygınların da bu kaçakçılardan ve mafyadan bir farkı yoktu. Yargı Cuntanın elinde bir oyuncağa dönüşmüştü zaten. Yasal boşluklar, işlemeyen yasalar, tahsil edilmeyen borçlar, alacaklar, verecekler, çekler, senetler mafya üzerinden işlem görmeye başladı. Serbest piyasa piyasadan önce mafyayı serbestleştirmişti. Mafya hukukun boşluğunu dolduruyor, Özal’cı ekonominin tamamlayıcı parçası haline geliyordu.
Bu, “Babalar Senfonisi”nin finalidir. Devletin neo liberal politikalar uyarınca dönüşüp, mafyalaşması halidir. Evrenizm ve Özalizmin topluma galebe çalmasıdır. Haliyle mafyalaşan devletin yurttaşları da ahlaktan uzaklaşır, çürür, dağılır. Demek ki modern zamanlarda ahlakı bozan, çürüten, ortadan kaldıran bizzat piyasa düzenidir.
Çürüyen toplum koşup dindar görünüşlü Evrenlere, Özallara sığındı haliyle. Mafya, benzer yöntemlerle iş gören para-militer MHP bu düzenin tamamlayıcı parçası oldu. Artık her suç örgütü kendi içinde bir şirket gibi çalışıyordu. Tarikatlar hızla şirketleşiyordu. Aralarında “holding”e dönüşenler bile vardı. Her şey mutlu mesut ilerlerken Susurluk’taki o meşhur kaza oldu. Mafyalaşmış devlet devletleşmiş mafya ile aynı kazada yan yana fotoğraflanmıştı.
“Ülkücü baba” işte o karanlık dönemin meşhurlarından. Daha çok da Alaattin Çakıcı’nın unvanı. Mafyaydı ama solla da bir kan davası vardı. Belli ki “devlet” antikomünizm programında Fethullah Gülen gibi tarikat “babaları”nın yanında bu tür mafya babalarını da istihdam etmişti. Daha çok MİT üzerinden yürütülüyordu program. Nitekim eski MİT mensubu Süleyman Seba’nın Beşiktaş Kulübü'nün başkanı seçilirken, Çakıcı’ya da seçimlerin yapılacağı salonun "güvenliğini" sağlama görevi verilmişti.
Cebinde “kırmızı pasaport” taşıyordu zaten, tek sorun ara sıra yaramazlık yapıp söz dinlememeleriydi. Öyle zamanlarda tutup kulağından bir süre içeride dinlenmeye alınmaları gerekiyordu. Hoş, içerideki dinlenirken bile alıp işe götürüldükleri de oluyordu. Dedikoduya bakılırsa bir keresine Lübnan’daki Ermeni Kamplarını basmaya gitmişlerdi. Kenan Evren’e sordular, " MİT Çakıcı'yı kullanmış olabilir. Bazen yararlı olacaksa bu tür adamlar kullanılabilir" diye cevapladı. Serbest piyasa ekonomisine geçilmişti, her şey mümkündü. Kullanışlı babalar devridir.