1936 Berlin Olimpiyatları'nda iki siyahi sporcu

2 ve 3 Ağustos 1936 Berlin, Nazizmin propaganda çalışmalarında önemli günlerdi ama hesapta olmayan gelişmeler ortaya çıktı. İki siyahi sporcu, C.C.J. Corny ve Owens’ın altın madalya kazanması ‘beyaz ırkın sonsuz üstünlüğüne’ gölge düşürürken, Hitler’in ‘kaçış serüveninde’ ilk durak oldu.  Son durak 1945’tedir.

İsmail Sarp Aykurt

1936 Berlin Olimpiyatları, Nazi Almanyası’nın, dünya kamuoyu nezdinde itibar görme ve meşru bir iktidar haline gelme çabasının ve yaratılmak istenen sözde "Nazi mit ve estetiğinin" tarihsel arka planına dair önemli bir referanstır. 1936 Nazi Olimpiyatları; fırsatçıları, ortak olanları, gizledikleri ve yaygın popülizmi ile hâlâ olimpiyat tarihinin en karanlık yerinde durmayı sürdürse de siyahi sporcular Cornelius Cooper Johnson (Corny) ve Owens’ın 2 ve 3 Ağustos 1936 günlerinde kazandıkları altın madalyalar, Hitler’i fazlasıyla huzursuz etmiştir.

Tahakküm, terörist dikta ve olimpiyatlar

1936 Berlin Olimpiyat Oyunları, Nazi rejiminin dünyaya ilanını kolaylaştırmıştır ve ardından dünyanın en büyük ve en yaygın savaşı gelmiştir. Bu savaşı önceleyen süreçte ciddi bir "meşruiyet, kabul görme ve itibar" kaygısı yaşayan Almanya’nın olimpiyatları istemesinin altında yatan temel neden budur.

1936 Berlin Olimpiyatları'nın barışa katkı sağladığını söylemek de açıkçası cüret ister; barış bir yana Alman ırkının üstün bir ırk olduğunu, Almanya'nın her açıdan dünyanın en disiplinli ve ileri tekniğe sahip ülkesi olduğunu dünyaya propaganda ederek, kitle psikolojisi aracılığıyla savaşı destekleyen bir karanlık rejimden bahsediyoruz.

Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan yenik ayrılan Almanya’da 1930’lu yılların başında yükselen Nazi hareketi 1933 yılında Hitler’e şansölyeliğin "takdim edilmesi" ile birlikte kendisini iktidarda bulmuştu. Olimpiyat oyunlarına üç yıl kala Naziler 1936 Olimpiyatları’nın kendi ülkelerinde gerçekleştirilmesi konusunda tam bir fikir birliğine varmış görünmüyorlardı. 

Aslına bakılırsa Hitler ve nasyonal sosyalist propaganda olimpiyat fikrini "ruhsal bir çılgınlık" ve "Yahudi ve mason icadı" olarak değerlendiriyordu. Bu zaman zaman onları olimpiyatlardan ayrı ve "Aryan ırkının yüceliğini" ortaya çıkaran başka organizasyonlar üretme fikrine de yaklaştırmıyor değildi. Ancak Nazilerin olimpiyatlara dair fikirleri hızla değişime uğradı. Örneğin faşist İtalya’nın 1932 Los Angeles’ta gösterdiği "başarı" Nazileri etkiledi. Onlara göre, olimpiyatlar sayesinde Alman devletine karşı kurulan "komplolar ve kültürel-siyasal izolasyon" aşılabilir ve Almanya dikkat çeken bir aktör konumuna erişebilirdi. 

Germen ırkının diğer ırklara göre "fark ve üstünlüğünü" ortaya koyma ve Almanya’nın kendisini yeniden uluslararası kamuoyunda var etme egzersizinin olimpiyat oyunlarında gözle görülür bir şekilde yansıtılabilme ihtimali bile önemliydi. İş, Goebbels’in eline bırakıldı. Propaganda bakanı, "Halkın Aydınlatılması ve Propaganda Bakanlığı"nı bizzat bu iş için düzenledi ve Nazi yalan aygıtı çalışmaya başladı.

“Olimpiyat oyunları Nasyonal Sosyalist Almanya için vazgeçilmez bir önem arz etmiştir. Bu düşünce üzerine kısa bir süre düşünen herkes, 1936 Olimpiyat Oyunları sayesinde vatanımızın haftalar boyunca dünyada olup bitenlerin merkezinde yer almak imkânına sahip olduğunu görecektir. Bu oyunlar sayesinde elimize kıymeti biçilemez bir propaganda aracı geçmiş bulunmaktadır”.

Olimpiyat Komitesinin görmezden geldikleri

1927 yılında başlayan çalışmalar, 1935 yılında önemli bir sonuca bağlanıyordu. Almanya’ya gelen ABD Olimpiyat Komitesi Başkanı ve Nazi sempatizanı A. Brundage Nazilerin denetiminde geçen bir dizi ziyaret sonrasında gözlemlerini kamuoyu ile paylaştı.

Brundage, gördüklerinin "gerçek" olduğuna her ne hikmetse inanmıştı. Oyunların hiçbir şekilde siyasi hedeflere araç olmadığını ifade etti, bundan öte "gördüklerinin" gerçek Almanya’yı yansıttığını, bir tehlikenin söz konusu olmadığını ve oyunlara yönelik boykot girişiminin yanlış bir tercih olacağının altını çizdi. 

Ve ilave etti: “Olimpiyat oyunları politikacılara değil, sporculara aittir.”

Oysaki Almanya’da herkesin bir şekilde vakıf olduğu, bildiği ya da tahmin ettiği siyasi bazı gerçekler vardı. Var olan, Yahudiler, komünistler ya da "muhalif kabul edilen" her kesime karşı yürütülen operasyonlardı. Ayrımcı, dışlayıcı ve ırkçı politikalar sürüyordu ancak buna oyunlar için bir süre mola verilmişti. 

Öte yandan, Nazi olimpiyat palavrasının karşısında gerçekleri işaret etmeye çalışanlar da vardı.

Ancak, her şeyin "Alman ırkı ve Alman yaşam alanı ve Almanların yüce çıkarları" için yapıldığına ikna olan “hipnotize toplum” için ilk zamanlarda her şey harikaydı.

Pek bir ses seda çıkmadı. ABD’den de itiraz yoktu, 1933 yılının 4 Mart’ında Amerika başkanı seçilen Franklin Roosevelt kılını kıpırdatmıyor, ağzını bıçak açmıyordu. O dönem Afrika asıllı Amerikalılara uygulanan izole edici siyaset ve ırkçılık Berlin’dekine benzer bir şekilde gerçekleşiyordu. 

Bu arada, Berlin’de ekonomik bir seferberlik başlatılmış, olimpiyatlar için 20 milyon mark civarında bir ödenek ayrılmış ve Berlin, o korkunç gerçekliğin ardına gizlenen bir "cazibe merkezine" dönüştürülmüştü.  

ABD‘li araştırmacı gazeteci Shirer, olimpiyatlar anında Berlin’i şöyle tasvir ediyordu:

 “Naziler her şeyden önce oyuncuları göz önünde tutarak oyunlarda bugüne dek olmayan müsrif ve bonkör bir anlayışla hareket ettiler. Buna ek olarak da ziyaretçiler, özellikle de ticaret ve iş adamlarını cezbeden inanılmaz imkânlar sundular”.

Olimpiyat endüstrisi: Nazizm ve 3. Reich’ın ulusal görevi

Nazi yalan propagandası ve bakanlığı çalışmalarına devam ediyordu. Goebbels propagandasına bir konsept üzerinden şekil verdi. 

Yine Goebbels’in manipülasyonuyla “ırksal sterilizasyon” hedefi ile çalışan Nazi yalan makinesi, karşıt propagandaları etkisiz kılmak, kendi propagandalarının temas ettiği yüzeyi ve yaygınlığını arttırmak amacı ile ısrarlı bir kara propaganda faaliyeti yürüttü. 

Tam da o sıralarda toplama kamplarına yerleştirilen ve Gestapo’nun terörizmi ile karşı karşıya kalan insanlar ile birlikte, ajitatif unsurların kısa süreliğine gizlenmesi ve hatta Berlin’in çok yakınlarında Sachsenhausen’de bir toplama kampının inşası "atlanması" mümkün şeyler değildi.

Nazilerin ünlü 10 Mayıs 1933 "Kitap Yakımı" ayininde, kitaplarını "Alman ruhuna aykırı olmadığı" gerekçesiyle yaktığı Heinrich Mann, Nazilerin olimpiyat düzenleme hedefi için şu soruyu soruyordu:

“Zorla çalışma ve kitlelerin köleleştirilmesi üzerine inşa edilen, savaşa hazırlanan, yalanlara dayalı bir propaganda geliştiren bir rejim, nasıl özgür ve barışçı olimpiyat oyunlarını gerçekleştirebilir?”

Ancak Naziler olimpiyat fikrine iyice alışmışlardı. Oyunların Almanya’da gerçekleşeceğinin anlaşılmasından ve bunun IOC (Uluslararası Olimpiyat Komitesi) tarafından onaylandığının ortaya çıkmasından sonra hemen bir kampanya başlatılmış ve bu "ulusal bir görev" olarak tanınmıştı.

O dönemki IOC Başkanı Henry de Baillet-Latour, IOC’nin Viyana’da gerçekleştirilen 32. toplantısında, Berlin’den olimpiyatların temel felsefesine sadık kalacağı ve eşitlik ilkesinden taviz vermeyeceğine dair yazılı bir garanti talep etmişti. 

Naziler ise kendileri için bir diplomasi aracına dönüşen olimpiyat oyunlarının tüm felsefesine ve kaidelerine sadık kalacağını ilan etmiş, aynı zamanda tüm ırk, etnik köken ve inanışlara serbest katılım hakkı tanıyacağına dair "güvence" vermişti.  Bu hatta daha da ileriye götürülmüş, bir bağımsız komite kurulması da önerilmişti ancak bu öneri hiçbir zaman gerçeğe dönüşmedi.

Hızlıca çalışmalara başlayan Nazi yalan makinesi, 1934 yılında Berlin Operası'nda Alman Olimpiyat Takımı olimpiyat yeminini gamalı haçlı Nasyonal Sosyalist Flama önünde etmekten çekinmemiş ve Olimpiyat Marşı yerine Richard Strauss tarafından bestelenen, yeni bir marşın söylenmesi gerektiğine dair bir karar alınmıştı.

Nazi yalan makinesinin bir ayağı da sinemadaydı. 2. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden ve Nazi iktidarının yıkılmasından sonra savaş suçlusu olarak yargılanan ancak beraat eden Leni Riefenstahl’in yönettiği 60 kamera ve 170 kişilik bir ekip ile çekilen Olympia ismindeki belgesel-film, siyaset ve spor ilişkisinde çok önemli bir dönemece damgasını vurdu.

Germen ırkının "diğer aşağı ırklardan ayrılan morfolojik ve bedensel farklılıkları, üstün, erişilmez gücü ve estetik yönü ile saflığını" vurgulamak amacıyla yapılan film Hitler’in doğum gününe yetiştirilmişti. 

Hitler memnuniyetini gizleyemedi:

“Riefenstahl bize Nasyonal Sosyalist bedenleri resmetmektedir. Tazı gibi zayıf, hızlı ve çevik. Deri gibi sert. Krupp çeliği kadar dayanıklı bedenler…” 

Olimpiyatlar başlarken, Naziler de olimpik ideallere uygun olduklarını sözde göstermek için bazı yarı-Yahudi olduklarını iddia ettikleri ya da Yahudi olan bazı sporculara göstermelik izinler vermişlerdi. Olimpia’dan getirilen meşale, Alman orta mesafe koşucusu Fritz Schilgen’in elinde stadyuma giriyor ve oyunlar başlıyordu. 

O esnada olimpiyatları izlemek üzere gelen konuklar için tertemiz sokaklar, rengârenk posterler, yeni yapılan alanlar, dekore edilmiş sözde sanat ve estetik içeren "eserler" sergileniyordu Berlin’in sokaklarında… 

Ancak Yahudiler toplama kamplarında insanlık dışı koşullardayken, medya da sıkı bir tahakküm ve sansür altındaydı. Görüntünün ardında kalanlar için bir pankart sloganı yeterliydi. Şehirlerin girişlerine asılmış pankart ve tabelalarda benzer içerikler vardı:

'Yahudiler Tölz’de istenmiyor!'

Oyunlar sürüyor ve bazı Nazi gazeteleri küçük "hatalar" yapıyorlardı. Bir Nazi gazetesi Afrika asıllı Amerikalılardan bahsederken "ikinci sınıf" olarak bahsediyor, Propaganda bakanı Goebbels ise sözde bir kınamada bulunuyordu.

Her şey planlandığı gibi, "tıkır tıkır" ilerledi. Amerikan 4x100 bayrak takımının yaşadığı ise akıllara kazınan bir olay oldu. Takımda bulunan iki Yahudi asıllı sporcu hayatlarında ve kendi ifadeleri ile "en küçük düşürücü" olaylarını yaşadılar.

Yarışmadan önce kendilerine antrenörleri tarafından ve hiçbir gerekçe gösterilmeden yarışmadan çıkartıldıkları söylendi.

Kaderi siyahi atletler C.C.J. Corny ve Owens değiştiriyor

Olimpiyatlarda  "kaderi değiştiren" ve Hitler’i stadyumdan kaçırtanlar ise siyahi sporcular Cornelius Cooper Johnson, nam-ı diğer Corny ve Jesse Owens oldu. Oyunlar başladığında, 2 Ağustos 1936 günü yüksek atlama branşında birinci olan Corny, Berlin’de yarışan 19 siyah ABD’li sporcudan zafere ulaşan ilk sporcu oldu. İkinci ise yine bir siyah, Dave Albritton’du.

Aslında Hitler’i ilk ‘kaçırtan’ Corny’dir. 1936’da henüz 22 yaşındadır. 

Hitler, yaşananlara katlanamadı ve stadı terk etmelere başladı. Ancak 3 Ağustos 1936 günü, vaziyeti daha da kötüleşti.

Jesse Owens...

 
Çünkü sıra Jesse Owens’taydı. 3 Ağustos’ta altın madalyasını aldı ve olimpiyatlarda toplamda tam dört altın madalya kazandı. Rekorlar kırdı ve "En hızlı insan" unvanını elde etti. Siyah teninden dolayı Nazilerden ilgi görmedi. Zaten kendi ülkesinde, ABD’de de durum farksızdı. 

Almanya’da, kazanılan madalya sonrası gazeteler, Hitler’in onun elini sıkmak istemediğini, kutlamayı reddettiğini ve fotoğraf çektirmek dahi istemediğini yazarlar. Alman medyasının siyahî sporcuların başarılarını övmesi zaten yasaktır. 

Owens, Berlin’de bir kahraman olmuştur ancak kendi ülkesinde aşağılanmalara maruz kalır. Durum bizzat kendi sözlerinden anlaşılır: “Hitler tarafından el sıkışmaya davet edilmedim. Ancak, Beyaz Saray’dan da el sıkışma daveti almadım.”

Owens, ülkesine döndüğünde, ırkçılığın başka bir biçimi ile karşı karşıya kalacaktır. Düzenlenen yemeğe bile devam eden ırkçı kanunlar nedeniyle restoranın servis kapısından girmek zorunda bırakılır.

Sona doğru gelirken

Berlin (Nazi) Olimpiyatları tarihsel hiçbir meşruluğu olmayan bir rejim tesis ederek tarih sahnesine çıkmış ve bu çıkışın meşruiyet araçlarından birisi spor olmuştur.

Zayıflayan bir halka olarak dönemin Almanya’sı, burjuvazisinin yaşadığı yönetsel ve toplumsal krizi faşizm ile aşmayı denemiş, tarihin gördüğü en kanlı savaşlardan birine davetiye çıkarmış ve C. Zetkin’in billur ifadesinde olduğu gibi faşizm, "proleter devrimini gerçekleştirememiş işçi sınıfının çekmeye mahkûm olduğu bir ceza" olarak ve bizzat burjuvazi tarafından iktidara çağrılmıştır.

2 ve 3 Ağustos 1936 günlerinde yaşananlar ise önce Corny ve hemen sonra Owens’ın Hitler’i stattan kaçırması ile "unutulmaz spor olayları" listesine girmiştir. Her ne kadar ırkçılıkla kendi ülkelerinde karşı karşıya kalan iki sporcunun, ırkçı ABD adına yarışması bir çelişki gibi görünse de tarih onları "Hitler’i stadyumdan kaçırtan siyahi sporcular" olarak kaydetmiştir. 

Eklemeden geçmek olmaz. Türkiye’den olimpiyat yarışmalarına Suat Fetgeri ile birlikte katılan, Almanya’da Spartakistleri dinlemeye giden bir annenin kızı, TKP’li Nail Çakırhan’ın eşi ve birçok komünist aydının yakın dostu, aydınlanmacı bir bilim insanı ve sporcu olan Halet Çambel de "bizim tarafımızdan" eşsiz bir örnek yaratacaktır olimpiyatlarda...

O da Hitler’i ‘kaçırtanlar’ arasındadır: 

“Berlin’deki mihmandarımız, bizden Hitler’le tanışmamızı istediğinde ona, ‘Eğer buraya gelmemizi hükümetimiz istemeseydi burada olmazdık’ dedim ve bu isteklerini reddettim.”

Uzatmadan, 1936’da "dayanıklı ve üstün beden miti" paramparça olmuştur. 

1945’te Nazizme ve ırkçılığa nihai noktayı koyma şerefi ise ne mutlu ki Kızılordu’ya kalacaktır.