'Hem ne demişti Marx, önce trajedi, sonra fars. Yani ahaliyi eğlendirmek için sahneye konan abartılı ve kaba komedi. Hâl böyle olunca da siyasi analizlerde “liderin psikopatolojisi, deliliği, kişiliği” de çok seviliyor ve oldukça da ilgi görüyor. Sonuç değişmese de kitle sonrasını da hep fars, hep fars olarak istiyor.'

Sonrası hep fars, hep fars: Liderler ve psikolojileri üzerine

Bana gelince, ben, tersine, Fransa’da sınıf mücadelesinin sıradan ve kaba bir adamın kahraman gibi görülmesini sağlayacak koşulları ve durumu nasıl yarattığını gösteriyorum.” – Karl Marx, 18691

Elimizde fotoğrafı, kaydı yok. Keşke olsaymış. Ama Bonaparte çok seviliyormuş. Louis olan değil. Gerçi o da çok seviliyormuş. Dile kolay oy kullanabilen 7,5 milyon Fransız erkeğinin %75’inin oyunu almış, 1848’de.2 Ama amcası, yani Napolyon olan, bir başkaymış. Fransızların kalbinde, zihninde ayrı bir yer etmiş. Sürgünde ölüp de yakıldıktan 20 yıl sonra küllerinin Paris’te gömülmesi törenine bir milyonu aşkın kişi katılmış.3 Külleri, hem de öldükten 20 yıl sonra milyonları toplayan bir liderin dirisi nasıl bir etkiye sahiptir, siz düşünün. Gücün gücüyle büyülenen Fransızlar bu imparatoru unutmamışlar. Bırakın Fransızları, Avrupa unutmamış. Bir İskender, bir Sezar bir de Napolyon. Egemenlerin ve de egemen olamayanların rüyasını süslemiş hep. Büyük olmak, kudretli olmak, ihtişamlı olmak.

Führer’e dair ise elimizde çok kayıt var. Daha geçtiğimiz 9 Mayıs’ta hatırladık o görüntüleri. Zaferin 75. yılını anarken. Führer’in binlerce, milyonlarca insanı, genci yaşlısı, erkeği kadınıyla ama ağırlığı emekçi olan yığınları sokaklara, statlara, meydanlara topladığını coşkuyla, büyük bir sevinçle topladığını iyi biliyoruz. 4

Şimdi herkes “deli, cani, katil” diye anıyor bu isimleri ama biliyoruz (ve de çabuk unutuyoruz) ki zamanında da çoğunluk “deli” oluyordu bu isimlere. Ama işte hisler ve zihinsel tasarımlar zaman içinde değişiyor. İnsan nasıl kendini unutuyorsa, kuşaklar da geçmişi, liderleri, komutanları, isimleri kendi güncel ihtiyaçlarına göre yeniden kuruyor. Bu nedenle kolektif bir akıl, bellek gerekiyor. 

Ama o dönemde (ve başka dönemlerde de) ne kitleler aklını kaybetmişti ne de aklı başında olmayan liderler yönetiyordu şimdi soru işareti dolu olan o dönemleri. Kimisi için şimdilerde bir “nevrotik bir vecd hali, kendini kaybetme, kapılıp gitme, transa geçme, kitlesel ayin” olarak görülen tüm o görüntülerde yer alanlar sıradan, milyonlarca “normal” insandı. Ne o kitleler hastaydı ne de ortada bir büyü vardı. Evet, tüm o görüntülerin törensel, kendinden geçmiş bir havası olduğu aşikâr. Oralara toplanmış “normal” insanlarda yoğun bir heyecanın olduğu da. Ama oralarda olanlar normaldi. Hastalıklı bir şey yoktu.

Peki, kitleler normaldi. Ama ya liderleri? Hasta kişiler miydi bu liderler? Hitler mesela? Ne yaptığını bilmeyen bir deli miydi? Farkında olduğu ya da olmadığı canice planlarının peşinden Alman halkını kandırıp sürükleyen bir psikopat mıydı?

Bizlere şimdilerde delilik gibi görünen her şey bilin ki bir zamanlar çok normaldi. Ki Hitler, bir tek Almanya’da değil, örneğin Fransa’da, Türkiye’de de çok sevilen bir siyasi figürdü. Şimdi tuhaf gelebilir ama siyasette basında sevmeyeni pek yoktu. Ta ki 1944’e kadar.5

Ama geçmişi şimdi gönlümüzce kurmak kolay. Dedik ya geçmişi şimdikiler kendi ihtiyaçlarına göre yeniden kuruyorlar. Ama mesela Trump istese milyonlarca “beyaz, Anglo Sakson” Amerikalıyı Washington’a toplayamaz mı? Belki daha fazlasını toplar. Hatta belki değil, mutlaka toplar. Tarihin içinde “garip” liderlerin öne çıktığı dönemler oluyor işte. Ve sanırım son 10-15 yıldır benzer bir dönemden geçiyoruz; lider psikolojisinin sorgulandığı, anlaşılmaya çalışıldığı bir dönemden.

Yazının başındaki Marx alıntısında olduğu gibi bu tür analizler Marksizm’e biraz uzak. Ama öte yandan belirli liderlerin, belirli siyasi liderliklerin belirli dönemlerde, benzer ülkelerde ortaya çıktığı, belirli söylemlerin tekrarlandığı da aşikâr. Hem ne demişti Marx, önce trajedi, sonra fars. Yani ahaliyi eğlendirmek için sahneye konan abartılı ve kaba komedi. Hâl böyle olunca da siyasi analizlerde “liderin psikopatolojisi, deliliği, kişiliği” de çok seviliyor ve oldukça da ilgi görüyor. Sonuç değişmese de kitle sonrasını da hep fars, hep fars olarak istiyor.

Kitleler, liderler ve psikoloji

“Bireysel psikoloji ile toplum ya da grup psikolojisi arasındaki karşıtlık, ilk bakışta çok önemli gözükse de, yakından incelendiğinde keskinliğini büyük ölçüde yitirir.”

(Sigmund Freud, 1921)6

Liderler ve kitleler arasındaki zihinsel bağ aslında psikolojinin erken döneminden beri ilgi çeken bir konu. Ama psikolojinin de en sorunlu alanlarından birisi. Freud’un yazıp ortaya çıkardıklarının arasında bile en tartışmalı alanlardan birisidir geniş grup psikolojisi. Hatta psikanaliz camiasında “keşke o taraflara hiç girmeseydi” diyenler bile halen vardır.7 Derinlikli bir teorik arayışı gereksiz yere gelip geçici toplumsal dertlerle zorladığını düşündükleri için. Ama kitleler ve psikolojileri için Freud’dan öncesi de var tabii ki.

Kitle psikolojisinin kurucusu Fransız Gustave Le Bon olarak geçiyor. Tipik bir 19. yüzyıl burjuva düşünürü. Her tarakta bezi olan girişimci birisi.8 Paris Komünü sırasındaki gözlemlerinden yola çıkarak kitle psikolojisi üzerine çeşitli raporlar ve yazılar kalem alan Le Bon, çok ilgi görmesi üzerine bu yazıları 1895’te “Kitleler: Popüler Zihin Hali Üzerine Bir Çalışma” adıyla yayınlıyor. Kitabı o tarihten bu yana da baskı üstüne baskı yapıyor. Ülkelerine ve dünyaya olup biteni anlamaya çalışan herkesin halen ilgisini çekiyor kitap.9

Le Bon kitleleri, Marksizm’e tercüme edersek “yanlış bilinç” ile büyülenmiş bir “yığın” olarak görür. Hatta Le Bon’a göre kitlelerde bilinçli değil bilincin (kabaca muhakeme ve yargılamanın) de ortadan kalktığı bir düzey geçerlidir. Kitleleri kitle yapan temel belirleyen “bilinçli kişiliğin” ortadan kalkması ve “bilinçsiz kişiliğin” ağırlık kazanmasıdır. Lider de bu kolay etkilenirliği yöneten, kendi bilinçli ya da bilinçsiz çıkarının etrafında kitleleri toplayan kişidir. Le Bon için kitleler aşağı ve bayağı bir toplamdır. Lideri mümkün kılan da bu bayağı toplamın, Le Bon’un sözleriyle “itaate olan susamışlığıdır.” Lider, kitleleri büyüler: Kelimeleriyle, anlattıklarıyla, söylentileriyle, mimikleriyle, duruşuyla, bakışıyla ve en önemlisi işaret ettikleriyle.

Le Bon, kitleleri sevmeden kitleler üzerine yazmış ve etkili de olmuş. Öyle ki Sigmund Freud 25 yıl sonra, 1921’de I. Dünya Savaşı’nın (ve kendi kişisel hayatının) getirdiği yıkımın üstüne kitle psikolojisi üzerine yazarken Le Bon’a atıfta bulunarak başlar “Kitle Psikolojisi ve Ben Analizi” kitabına.6 Le Bon’un temel tezlerine pek karşı çıkmaz; hatta bunları bir temel olarak alır. Ama kitleleri aşağı ya da bayağı bir yığın olarak da görmez. Freud daha çok kendi kavramsal çerçevesini kitlelere uygular: Libido, özdeşleşme, yüceltme (idealizasyon), regresyon (gerileme) ve ben ideali.

Ama Freud kitabında, liderin psikolojisi ile değil temel olarak kitle psikolojisi ile ilgilidir. Kitle psikolojisini (ve muhtemelen etrafında, Alman coğrafyasında yavaş yavaş şekillenmekte olan kitle ruhunu) psikanalitik kavramlar ve mekanizmalarla açıklamanın peşindedir. Bu nedenle getirdiği tüm yeniliğe rağmen lider-kitle ilişkisinde aynı yere varır: “Kitle, yönetilmek, baskılanmak ve efendileri tarafından korkutulmak ister (sf. 34).”6

Kitleler ve psikolojileri başlığına göze çarpan ilk “politik” katkıyı ise Wilhelm Reich yapar.10 Burada Reich’ın fırtınalı hayatına, düşüncelerine ve çatışmalarına girmek pek mümkün değil (bu bambaşka bir yazının konusu) ama Reich yıllar içinde hem siyasi mücadelenin hem de psikanaliz camiasının istenmeyen bir figürüne dönüşür ve bu dönüşüm aslında sadece vahim bir sonun başlangıcıdır. Öbür taraftan Reich özellikle 1920’ler boyunca Alman toplumunda gördükleri üzerinden toplumsal, sınıfsal siyasi arayışları, yenilgileri, gelgitleri psikanalitik teori ile birlikte düşünebilen nadir isimlerden birisi olur. 1933’te, tam da hem Alman Komünist Partisi’nden hem de Uluslararası Psikanaliz Derneği’nden atıldığı yıl Faşizmin Kitle Psikolojisi’ni yayınlar.11

Reich’ın temel baktığı yer de “lider” değildir; daha çok otoriter figürlere boyun eğen, çıkarlarına ters olmasına rağmen otoriter figürleri tercih eden kitlelerle, “küçük insan”larla ilgilenir.12 Bu anlamda özellikle 1928-1932 arası Alman toplumunu ekonomik ve ideolojik bir çerçeve içinde inceler. Faşizmin kitle temelini orta sınıfların bastırılmış arzularında bulur.13 Çok da haksız sayılmaz: Nazi Partisi, daha fazla pazar payı isteyen, arayan Alman burjuvazini çekip çevirirken, I. Dünya Savaşı ardından gururu incinmiş Alman küçük burjuvazisine ve işçilerine de başarıyla seslenmektedir.14 Reich’a göre Nazileri “çekici, albenili” kılan liderleriyle (Führer), simgeleriyle (svastika), söylemsel kesinlikleriyle Alman toplumunun, özellikle de kentli küçük burjuvazinin bastırdığı her arzuya seslenmesidir.11

Ama Avrupa’da yükselen sadece faşizm değildir. Aynı zamanda kitle kültürü ve gündelik hayat psikolojisi de yükselmektedir. Devrimin, genel olarak Avrupa’da zapturapt altına alınması15 (evet, 1920’lerin sonuna gelindiğinde tüm Avrupa’da -ki buna Türkiye gibi periferi ülkeler de katılmalıdır- devrimci arayış ve niyetler ya yenilir ya geri çekilir ya da artık “iyi” görülmez, aşırılık olarak görülür) Avrupa Marksistlerini devrimin neden Avrupa’da yayılmadığı sorusuyla başbaşa bırakır. Ve Avrupa Marksizmi bu soruya devrime çıkmayan ve çıkmayacak “incelikli” yanıtlar bulma telaşına düşer.16

Burada detaylarına giremeyeceğim ama örneğin Frankfurt Okulu’nun kişilik/modern gündelik hayat çözümlemesi ile Batı Marksizmi’nin siyasi iktidar perspektifinden uzaklaşması arasında bir paralellik olduğunu hatırlatmak isterim.17 Ama bu anlamda Freud teorisinin giderek artan etkisi ile teorinin psikolojize edilmesi, lider psikolojisi ya da herhangi bir psikopatoloji tartışması siyasetten çekilen Batı Marksizmi’ne de iyi gelir. Siyasi ve teorik analizde giderek daha çok yer bulan “toplum psikolojisi” II. Dünya Savaşı’ndan sonra çok işlevsel bir yere doğru evrilecektir. Her ne kadar savaş öncesinde başlasa da liderler, kitleler ve psikoloji arasındaki ilişki giderek daha fazla işlenmeye başlayacaktır.

İlerlemeden bu ilk dönemin (1870-1940 arası) özelliklerini hatırlayalım: bir, lider kişiliği ve kitle ruhu psikolojide belirli bir yer tutar; iki, kitleler bir liderin etrafında toplanmaya eğilimlidir; üç, bu çözümlemenin baskın özelliği hem kitleyi hem de lideri tarih dışı, soyut bir kategori olarak kabul etmesidir, yani kitle ve lider psikolojisi açısından örneğin Roma dönemi ile 1900’ler dünyası arasında bir fark yoktur; dört, lideri etkili yapan kitlelerdeki bazı köklü duygulara hitap edebilmesi ve özdeşleşme sağlamasıdır; beş, bu anlamda liderleri lider yapan karakterleri, kişilikleridir; altı, liderlerin etkili olmasında dönemin toplumsal yapısının tali bir rolü vardır.

Kitlelerin deliliğinden deli liderlere

Yeterince büyük bir yalan söylerseniz ve bu yalanı sürekli tekrar ederseniz, insanlar sonunda buna inanmaya başlayacaktır.

(Adolf Hitler, 1925)18

Le Bon’dan itibaren az ya da çok motto olan “bilincini kaybetmiş kitle” çözümlemesi artık yerini “psikopatolojisi ile kitleleri peşine takan” kişiliklere ve liderlere bırakır. Böylece savaşın getirdiği “akıldışı” yıkım da açıklanabilir, işlenebilir hale gelir: Hitler’in kötülüğü/Hitler’in deliliği/Hitler’in babası ile olan çatışmaları vs. vs. Bu çerçeve II. Dünya Savaşı sonrasında, soğuk savaş için acilen ihtiyaç duyulan “düzene toz kondurmama” retoriğine de çok uyacaktır. Psikoloji ve sosyoloji de hızla bu çizgiye angaje olur. 1950 ile 1970 arasında liderler üzerine arka arkaya en önemli toplumsal psikoloji kitapları yayınlanır.

Adorno, Amerika’da 1950’de ekibiyle birlikte “Otoriter Kişilik” üzerine yaptıkları çalışmalarını yayınlar.19 Her ne kadar sosyolojik bir çalışma olsa da faşist kişilikler için bir ölçek bile geliştirilir ve kitabın Amerikan akademisinde derin etkisi olur. Hannah Arendt, bir Nazi subayının (Otto Adolf Eichmann) İsrail’deki yargılanması üzerinden normalin sıradan ve korkutucu patolojisini işlediği Kötülüğün Sıradanlığı’nı 1963’te yayınlar.20 Fransız Komünist Partisi’nin önde gelen isimlerinden Lucien Seve Marksizm ve Kişilik Kuramı’nı 1969’da yayınlar. Erich Fromm tüm bu dönem boyunca yeniden ve yeniden lider psikopatolojisi ve kitlelerin psikolojisi ile ilgilenir ve 1973’te en çok ses getiren kitaplarından birisi olan İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri’ni yayınlar.21 Liste genişletilebilir ve uzatılabilir. Benzeri onlarca kitap, yüzlerce makale ve binlerce yazı ortaya çıkar.

Lider psikopatolojisine yönelik bu bakış köklerini soğuk savaştan önce, II. Dünya Savaşı sırasında bulur. 1943’te İngiliz istihbaratı Hitler’in kişiliği üzerine bir İngiliz psikanaliste rapor hazırlatır. Bu raporun bir kitap olarak basılması ise liderler ve psikolojileri bahsindeki dönüşümü anlatırcasına 1972’ye kalır.22 Türkçeye de çevrilen ve oldukça ilgi gören kitap, Hitler’i erken çocukluk çağı travmaları yaşamış, gerçeği değerlendirme bozukluğu sınırında olan, narsisistik ve antisosyal bir kişilik örgütlenmesine sahip bir kişi olarak tanımlar.

Böylece II. Dünya Savaşı’nın ardındaki emperyalist saldırganlık ve anti-komünizm Hitler’in “deliliğinin” ya da daha kibar dille söylersek psikopatolojisinin derinliklerinde kaybolup gider.

Hitler’in kişiliği özellikle 1950’lerden itibaren, yani Soğuk Savaş sırasında gerekli olan ideolojik dönüşümle birlikte 1990’lara kadar çok ilgi çeker. Bu konudaki literatürün ve kapsamının genişliğini görmek çarpıcıdır23 ve özellikle iki nokta çok dikkat çekicidir: bir, Hitler’de bir psikopatoloji “icat etme” ihtiyacının çapı (ki hemen hemen her tür psikiyatrik rahatsızlık sorgulanmış ve incelenmiştir); iki, bu çabanın Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Sovyetlerin çözülmesiyle birlikte bitmesi. Bu durum “lider psikopatolojisinin ya da psikobiyografisinin” bir Soğuk Savaş aracı olarak yapılandığını düşündürmektedir. Yapılanır, çünkü “liderlerin kişiliğine” odaklanılmasının bir bir nedeni daha vardır. Ama oraya gelmeden önce küçük iki parantez açıp psikolojideki bu eksen kaymasının iki istenmeyen yan etkisinden kısaca bahsetmek iyi olur.

Siyaseti ve tarihi kişilik patolojileri ile açıklamak o kadar yaygınlık kazanır ki emperyalizmin merkezinde “etik” sorunlara yol açar. 1964 Amerikan Başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçi aday Barry Goldwater için yaklaşık 1200 psikiyatristin psikolojik açıdan başkanlığa uygun olmadığını düşündüklerinin basına yansıması ortalığı karıştırır.24 Goldwater’ın açtığı davalar sonucunda hem anketi yayınlayan dergi yüklü tazminat öder, hem de Amerikan Psikiyatri Birliği etik kodlarına günümüzde de halen geçerli olan (ve başka güncel tartışmalara da yol açan) Goldwater kuralını ekler. Buna göre psikiyatristler muayene etmiş olsalar bile “halka mal olmuş kişilikler” hakkında konuşamazlar ve bilgi veremezler.

Öte yandan “otoriter kişilik” üzerine yoğunlaşma akademik psikolojiyi de zorlar. 1970’ler boyunca Stanford Hapishane Deneyi gibi günümüzde de halen tartışılan psikoloji deneyleri yapılır. Bu deneylerin bir amacı diyalektik materyalizme karşı insanın sabit, değişmeyen ve kötücül bir doğası olduğunu göstermektir. Bir diğer amacı da her ne kadar deney süreçleri ve sonuçları manipüle edilmiş olsa da otorite ve kitle ilişkisine dair kanıtlar sunmaktır.25

Gelelim “lider psikopatolojisinin” Soğuk Savaş döneminde önemsenmesinin bir diğer nedenine. Psikolojideki bu değişim bir işe daha yarıyordu: Stalin de bu çerçevede ele alınabiliyordu. Özellikle bu çerçeve Hruşçov'un 1956’da SBKP’nin 20. kongresinde yaptığı meşhur “gizli” konuşması26 da psikolojiye aradığı malzemeyi sağlar. Böylece tarihte çok ender görülebilecek bir tencere kapak ilişkisi ortaya çıkar. Hruşçov ve ekibi, emperyalist merkezlerde belirginleşen retoriğe tam da uygun bir yardımda bulunmuş olur.   

Lider psikolojisinde yeni dönem

Saddam Hüseyin kafayı kitlesel insan imhasına takmış cani bir diktatördür!

(George W. Bush, 2003)

Psikoloji tarihi içindeki bu gezinti günümüzde lider psikolojisinin yeniden önem kazanmasını aydınlatmak uzaktır. Sanırım günümüzde lider psikopatolojisine olan ilgiyi önceki dönemden yani Sovyetler Birliği’nin emperyalizm tarafından yıkıldığı dönemden ayırmak gerekiyor. İkisi ayrı dönemlerdi ve farklı dinamiklere sahip olduklarını göreceğiz. Ancak yine de 1980’ler boyunca Amerikan psikiyatrisinin çeşitli çatışmalar üzerinden geniş grup kimliği üzerine çalışmalar yaptığını ve emperyalizmin yayılma arayışlarıyla uyumlu olarak bazı bölgeleri işlediğini biliyoruz.27 Örneğin bu dönemde hem Uluslararası Psikanaliz Birliği, hem Amerikan Psikiyatri Derneği hem de Amerikan Psikoloji Derneği farklı kurullar oluşturarak Doğu Avrupa, Baltık Ülkeleri, Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu’da etnik çatışmalar, travma, yas, kimlik inşası konularında çalışmalar yürütür.,28 29

Ancak yine de lider psikopatolojisinin yeni bir içerikle öne çıkmasını 90’ların sonundan, hatta tam olarak 11 Eylül saldırıları ile başlatabiliriz. George Bush’un, Tony Blair’i de yanına alarak “Irak’ta kimyasal silah ve kitlesel katliam” yalanına başvurması, savaşa karşı mobilize olan Avrupa toplumlarında oluşan “yenilmişlik ve çaresizlik” hissi hem grup psikolojisine hem de lider psikopatolojisine yeni bir boyut getirdi. Ve arkası da geldi. Örneğin Barak Obama da bu yeni psikolojiye yaslanarak yükseldi ve neredeyse tüm dünya soluna “umut” oldu.

Yakın dönemde geniş grup psikolojisinin ve lider psikopatolojisinin yeni bir içerikle öne çıkması Soğuk Savaş döneminden üç temel fark taşır. Birincisi artık “diğer uç” yani sosyalizm yoktur. Daha doğrusu sistemin kendi içindeki lider patolojisini dengeleyecek ve “her düzende kitleleri kandıran kaçık liderler var” söylemine malzeme sunacak bir karşı kutup yoktur. Örneğin Fidel için bu imgeyi kurmayı denerler ama hem Küba bu imge için “çetin cevizdir” hem de Fidel hakikaten bu tür bir “kötü nesne” yatırımına geçit vermez. Sosyalizmin olmadığı bir dünyada lider psikopatolojisi ister istemez “kötü ve hastalıklı liderler” icat etmekte zorlanır.

İkincisi emperyalist sistem içindeki bocalama ve patinaj dalgalanarak sürekli artar. Bu patinaj emperyalist ülkelerin liderlerini de deyim yerindeyse açıkta bırakır. Eski güzel günlerdeki gibi “rasyonel” bir siyaset sürdürmeleri beklenir ama zaman zaman yalpalarlar.30 Berlusconi, Sarkozy’den başlatılacak bir hat Trump’a ve Boris Johnson’a uzatılabilir. Kameralar karşısında kravatını yiyen Gürcistan Başbakanı Saakaşvili bu dönemin ürünüdür. Obama ise tüm bu kişilik faslının içinde iyi bir vitrin çalışması ile adını “pozitif” haneye yazdırdı, çok sorgulanmadı. Çipras ise soldan, çok profesyonel bir antisosyal katkı olarak yerini aldı.31

Üçüncüsü ise sola dair. Geniş anlamda sol da bu yeni dönemde siyasi ve teorik muhalefetinde “geniş grup psikolojisine ve lider psikopatolojisine” ayrı bir yer açtı. Önemsedi, araştırdı, tartıştı. Muhtemelen bir türlü dikiş tutturamamasına “yanıtlar” bulmaya çalışırken psikanalize, psikolojiye ve psikopatolojiye de sığındı diyebiliriz. Bir tek Türkiye’de değil ama bu arayış sanırım Türkiye’de özgün bir anlam da kazandı.

Türkiye kapitalizminin “psikoloji” dolu yılları

Türkiye’de lider psikopatolojisini “meşhur” hale getiren dönemin 2005 ile başladığını söyleyebiliriz. Yani AKP’nin Türkiye kapitalizmini, devleti yeniden düzenlemek üzere atağa geçtiği yıllarda. Hemen arkasından gelen Ergenekon süreciyle ise “toplum psikolojisine” olan ilgi daha da yükseldi. Cumhuriyetin çözülüşü olarak tanımlayabileceğimiz bu dönemde, yani 2008-2012 arasında ilginin zirve yaptığını hatırlayabiliriz.32 Öyle ki iktidar liderlerinden her cenahtan siyasetçinin yedi ceddi, soyadı, kiminle evli olduğu bile tartışılır hale geldi. Sanki liderin gizemli geçmişini ya da kişiliğini ortaya çıkarmak tüm büyüyü bozacaktı.33

Ama öyle olmadı. Türkiye’de kapitalizm yol aldıkça liderin tekleşmesi, kişiliğinin önemsenmesi de hız kazandı. Türkiye neredeyse bir “grup psikolojisi deney sahasına” dönüştürüldüğü günler, geceler yaşadığı bir döneme girdi. Algı operasyonları, “elitler, monşer, kozmik oda” gibi kelimelere sıkışmış zihin oyunları, sosyal medya üzerinden yürüyen ifşalar birbirini izlemeye başladı. Açılım dönemiyle başlayan bu dönem Gezi ile devam etti ve 15 Temmuz sonrasında zirve yaptı.34 Hepimizin bildiği gibi lider psikopatolojisine tam da bu dönemde özel bir anlam atfedilmeye başlandı.

Bu döneme “kişilik örüntüleri” ilgi ve merak uyandıran uluslararası başka isimlerin de damga vurduğunu hatırlamak gerekiyor. Yukarıda Trump’tan bahsettik. Putin'in kişiliği ise Soğuk Savaş retoriği ile çok konuşuldu ama onca uğraşıya rağmen sanki pek tutmadı. Esad, onca belanın içinde sağlam ve ketum durdu. Kim Jong Un, emperyalistlerin de tercih ettiği bir karakter gizemi içinde ülkesine resmen yol açtı. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ise kendisine yönelen “lider kültü” söylemlerini Çin’in artan etkisi ile karşıladı.

Ama siyaset neredeyse bir kaç ülke liderinin, birkaç burjuva parti başkanının kişiliğine indirgenecek kadar daraldı. Öyle bir görüntü oluştu ki sanki kapitalist üretim ilişkilerinden kaynaklanan bir dönem değil de liderlerden ve onların kişilik örüntülerinden oluşan bir dönemin içinden geçer hale geldik.

Hâlbuki bugün bu kadar önplanda olan liderleri alın bir başka zaman dilimine götürün ya tutunamazlar, ya idam edilirler ya da komik kaçarlar, kimse yüzlerine bakmaz. Bu nedenle belli bir lider tipinin, tarzının da denk düştüğü bir toplumsallık olduğunu hep akılda bulundurmak gerekiyor. Bu noktayı vurguluyorum çünkü Türkiye’de solun içinde olduğu umutsuzluk ve çaresizlik tersinden öyle bir lider kültü yarattı ki liderle kapitalizm, üretim ilişkileri, sınıflar mücadelesi, toplumsal tarih arasında bir ilişki kalmadı. Marksizm ise zaten çoktan gözden düşmüştü.

Şu nokta da önemli: bahsettiğim, “lider kültü “üreten toplumsallık da dinamik, yani değişken bir toplumsallık. Söz konusu olan sürekli devinen, evrilen, zıddını da içeren bir toplumsallık. Kapitalizm iyi günlerini yaşamıyor. Şu içinden geçtiğimiz Korona Günleri bile açık işaretini taşımıyor mu bunun? Düzen bir gün hasta sayısıyla, önlemleriyle, vitriniyle toparlıyor ama hemen ertesi gün de elde ettiği “psikolojik üstünlüğü” kaybediveriyor. Sadece bir günde!

Bu nedenle liderden daha çok alttaki toplumsal dokuya, o toplumsal dokuyu üreten üretim ilişkilerine, sınıf mücadelesine, oralarda neler olduğuna bakmayı tercih ediyoruz. Ama lider psikopatolojisine odaklanmak yerine şu sorunun yanıtını bulmaya çalışabiliriz. Örneğin içinden geçtiğimiz dönemde toplumun geniş bir kesimi ülkesini, dünyayı ve tarihi değerlendirirken neden ilkel savunma mekanizmalarına (bölme, yansıtma) yaslanıyor?

Her ideoloji, her siyasi mücadele temel olarak düşünsel ve duygusal bir bileşen de taşır. Her siyasi sesleniş toplumda belli duygulara da seslenir, belli anıları da harekete geçirir. Hiç bir siyaset, ideoloji bu afektif ve kognitif bileşen olmadan yol alamaz. Her siyaset az ya da çok buraya yaslanmak zorundadır. Duyguları, bellek ve düşünceleri, belirli bir muhakemeyi harekete geçirmek ve oraya seslenmek zorundadır. Psikolojinin ya da bilinçdışının devrede olduğu yer de tam burasıdır. Bölme, yüceltme, yansıtma gibi psikolojik düzenekler de burada anlam kazanır.

Peki, neden bazı zamanlarda “daha ilkel” olanlar karşılık bulur ve rağbet görür?

Bir kere bunun, yani ilkel olana yönelmenin kapitalizmde istisna değil kural olduğunu bilmek gerekiyor. Kapitalizm bölme, yansıtma ve lider kültüne dayalı bir geniş grup psikolojisi ortaya çıkarıyor. Bu iklim Almanya’da da var, Hindistan’da da var, Türkiye’de de var. Kural olduğunu kabul etmek ve örneğin Yeni Zelanda’yı falan yüceltmemek gerekiyor. Bu ilkel psikolojik savunmalar burjuva siyasetinin olmazsa olmazıdır. Sol siyasetin içinde ise yerleri farklıdır.35 Ve kapitalist kriz dönemlerinde, geniş emekçi yığınları bu ilkel mekanizmalar etrafında toplayacak siyasetçilerin öne çıkması kriz dinamiklerini kontrol altına almanın bir yoludur. Tıpkı ücretlerdeki erime gibi.

Türkiye’de lider psikolojisi neden tuttu?

Sanırım Türkiye’de lider psikolojisinin, kişiliğinin önem kazanmasını sağlayan nesnelliği az çok tarif etmiş oldum. Dahası da söylenebilir. Ama yine de Türkiye’de lider psikolojisi neden tuttuğuna dair daha kapsamlı bir yanıta ihtiyacımız var. Bu kapsamlı yanıtı kim ve ne adına vereceğimiz de önem taşıyor. Örneğin Türkiye’de “sağ siyaset” diğer kapitalist ülkelerdeki örnekleri gibi zaten “kişi” temelli siyaset okumasını, psikolojik olmasa da bu tür bir indirgemeyi hep sevmiştir. Bir başbakan döneminde yaşanan ekonomik krizi o başbakanın “hayali” etnik kökeni ile açıklamaya bayılır Türkiye sağı. Bir fantezi gibi yeniden ve yeniden işler. Bu düz indirgemeci yaklaşım açık ve kolay anlaşılır bağlantılar arayan sağcı okura da iyi gelir. Ama dedik ya, son 10-15 yıl içinde sol da bu tarza alıştı; bu tarzı sevdi. Ortalığı bu tür kitaplar, açıklamalar sardı. Neden?

Nedenine geçmeden bir parantez açıp şu noktanın altını çizeyim: Türkiye’de geniş grup kimliğinin ve lider psikopatolojisinin sıkça işlenen bir gündem olmasını neredeyse tek bir isme borçlu: Vamık Volkan’a.36 Hakikaten özel bir çabası oldu Volkan’ın. Neredeyse bütün kitapları çevrildi, birçok kongrede konuşmacı olarak yer aldı, hemen hemen her yelpazeden gazeteye demeç verdi. Ama Volkan üzerine yapılan değerlendirmeler ve eleştiriler de lider psikolojisinin içine saplandığı kısırlığı aşamadı. Yani teorisinden çok Volkan’ın Amerikan hükümeti ve istihbarat örgütleri ile olan “olası” ilişkileri eleştirildi. Öte yandan Türkiye’de soldan sağa tüm geniş grup kimliği ve lider psikopatolojisi külliyatı Volkan’ın paltosunun altından çıktı diyebiliriz. Çeşitli versiyonlarıyla.37

Vamık Volkan geniş grup kimliği ve lider psikopatolojisi konusunda tipik bir “Soğuk Savaş akademisyeni”dir. Rasyonalist, yapısalcı ve azimli bir antikomünisttir. Kurduğu teorik çerçeveye de bu özellikleri damga vurur. Aslında bir anlamda günümüzün değil 1970’lerin, Soğuk Savaş dönemi psikolojisini teorisyenidir. Çatışmaların “konuşarak” anlaşılabileceğine, çözülebileceğine inanırken bile düzen yanlısıdır. Tüm çözümlemesi Freud sistematiği içinde olsa da öz olarak Le Bon’cudur. Kitleler onun için de yanlış bilinç pozisyonundadır. Kitabının ismi bile bunu anlatmaktadır: Körü Körüne İnanç.27

Peki, Türkiye’de lider psikolojisi, kişiliği son yıllarda neden bu kadar ilgi gördü?

Bir tarafında nesnellik var tabii ki: 2005-2012 arasında Türkiye kapitalizmi bir dönüşüm geçirdi, devlet yeniden yapılandı ve “demokrasi getireceği söylenen” 12 Eylül referandumu ile burjuva devlet aygıtı merkezileşti. Yani lider psikopatolojisi ile ilgilenmek, liderler üzerine düşünmek, çeşitli tarihsel analojiler kurmak için yeterince uygun bir nesnellik oluştu.

Ama nesnellikten önce “liderin kişiliği” ile ilgilenmenin temel nedenlerden birisi siyasi çaresizlikti! Sanırım en başa bu yazılmalı. Türkiye’de sol 2000’lerden bu yana pratik ve teorik muhalifliğini hep yanlış yere kurdu38 ve en sonunda çaresizlikten lider kültünü istemeye istemeye kabul etmek ve bununla da uğraşmak zorunda kaldı.39 Tabiri caizse yağmurdan kaçarken doluya seve seve yakalandı. Bugün CHP’sinden en ufak dergi çevresine kadar alıcı bulan “saray muhalefeti” de aslında bu çaresizliğin siyasi dışavurumu olarak görülebilir.

Lider psikopatolojisinin tutmasının bir diğer nedeni ise kişiliğe üstbelirlenimci bir önem atfedilmesi. Türkiye'de geniş anlamda sol, burjuva siyasetinde halen “rasyonel” bir liderin çıkmasını beklemektedir. Rasyonelin ne olduğu belirsiz olsa da mevcut siyasi iktidar irrasyonel olarak görülmektedir ve lider psikopatolojisi de bu çerçevede anlam kazanmaktadır. Özellikle siyasi iktidarın liderinde cisimleşen özellikler (geri adım atmama) bu üstbelirlenime çanak tutmaktadır. Hâlbuki bu belirlenimi sekteye uğratan birçok dönemeç olduğu biraz çaba ile hatırlanabilir. Ama sol bu determinizme sıkı sıkı sarılmış durumdadır. Bu öyle bir beklentidir ki muhalefeti de sürekli olarak aslında muhalif olduğu lidere yeniden ve yeniden bağlamaktadır.

Öte yandan, lider psikolojisi bu kadar revaçta olunca küçük bir düzeltme de kaçınılmaz oluyor: siyasi liderin, önderin kişiliğinin bir önemi olmadığı söylenebilir mi? Pek değil. Ama sorun zaten bunun söylenip söylenmemesi değil. Liderin kişiliğinin her şeyin üstünü örtmesi, siyaseti, o siyasetin altında yatan ekonomiyi, duyguları, düşünceleri görünmez kılmasıdır. Kişilik elbette önemlidir. Ama o kişiliğe alan açan, o kişiliği serbest bırakan nesnellik çok daha önemlidir. Yoksa tarih, yıldızı bir türlü parlamayan, basireti bağlanmış binlerce liderin ve onların çeşitli kişiliklerinin mezarlığıdır. 

Yine de Türkiye’de lider psikopatolojisine olan ilgiyle dair temel bir itiraz daha gerekiyor.

Biat’a da Öfke’ye de İtiraz

Yazı boyunca bir tarihsellik içinde hem “lider psikolojisi” diyebileceğimiz alanın değişimini vermeye hem de Türkiye özelinde hitap ettiği yeri çeşitli nedenleriyle birlikte anlatmaya çalıştım. Sonuçta “lider psikopatolojisi” külliyatının en azından sol kısmında siyasi bir dert olduğu aşikâr.40 Etik kısmına, yani psikobiyografi de denilen bu alanda yaşanan etik sorunlara solda daha çok dikkat edildiğini düşünebiliriz.41 Ama siyasi kısmına ne kadar dikkat edilmektedir, işte burası biraz belirsizdir. Siyasi dikkat derken “lider psikopatolojisi” ile ilgili külliyatın ve ilginin siyasi ufkundan bahsediyorum. Mademki siyasi bir dertle girişiliyor bu alana, sonuç nereye bağlanıyor?

İşte tüm lider psikolojisi çabasının bağlandığı yer de sağlam bir itirazı hakediyor. Teorik bir itirazdan bahsetmiyorum. O da var. Ama itiraz yöntemden önce siyasi doğrultuya dair olmalı. Çünkü dünya ve Türkiye siyasetine dair psikanalitik yöntemle yazılıp çizilenler hem merakla takip ediliyor hem de bu alan dair büyük umutlar besleniyor. Sosyalist siyasetin, solun yaşadığı sıkışıklığı (!), Marksizm’in “tarihsel özne” sorununun (!) bu alandan yapılacak katkılarla, alaşımlarla aşılabileceği düşünülüyor. Ama sonuçta ortaya çıkan siyasi doğrultu hiç tartışılmıyor.

Psikanaliz, psikopatoloji çözümlemeleri farzedelim ki Marksizm’de özne sorununu giderdi. Gerçi bu iddia hem Marksizm açısından hem de psikanaliz açısından sorunlu ama bu teorik tartışma yazının kapsamı dışında kalmaktadır. Ama diyelim ki kitle psikolojisi, psikanalitik yaklaşım, psikobiyografi her şeyi daha iyi anlamamızı sağladı. Sonuç nedir?

Sonuç şudur: “Syriza’ya inanmıştım, kapitalizmin gücüne teslim oldukları an seçimi kaybedecekleri kesinleşti!” Sözler Zizek’e ait.42 Koca bir fars! Benzerlerini ise Türkiye’ye de uyarlayabilirsiniz. Çünkü Türkiye şu son 15 yılda bu farsın daha nicelerini yaşadı. Nicelerini!

İnanmıştılar, inandılar. Hem de “inanmak” denen zihinsel ve toplumsal olayla ilgine ilgilene. Sonra da gidip seçimlerde düzen partilerine oy verdiler, yoksul halkın öfkesinin arkasına saklanarak düzeni kurtardılar ve kişisel kariyer inşa ettiler.

Psikanaliz kökenli her tür sol arayıştaki temel sorun da buradadır: Teoride iddia edilen radikal katkı, radikal bakış farklılığı (“yamuk bakmak”) düzen siyaseti karşısında çabucak yamulmaktadır. Ortada komünist ufuk falan kalmamaktadır. Bu nedenle öncelikle itirazım siyasidir ama bilin ki bir siyasi sonuç falsoluysa teorisi de falsoludur. En azından gidişattan puan alayım diyemezsiniz. 

Ama bugün bu alana, yani Marksizm adına psikanalitik alana yığınak yapan, bu alanı talan eden herkes “en azından gidişattan puan alırım” hesabı yapmaktadır. Çünkü çoğunluğu, hatta hepsi siyasi ve toplumsal devrimi, hele günümüz Türkiye’sinde imkânsız görmektedir. Devrim uzak bir hayaldir. Bu nedenle sürekli öznenin zihinsel süreçleri irdelenmektedir. Ve hem 11. Tezin ruhu hem de psikanalitik ruhun çekirdeği unutulmaktır: özne ancak değiştirme arayışı, yolculuğu içinde ortaya çıkar. Ve tamamlanmaz.

     

  • 1. Marx, K. Louis Bonoparte’ın 18 Brumaire’i. Çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, 2. Baskı, 1990, Ankara, sf. 8.
  • 2. 1848 French presidential election. https://en.wikipedia.org/wiki/1848_French_presidential_election
  • 3. Napolyon Bonapart. https://tr.wikipedia.org/wiki/Napolyon_Bonapart
  • 4. Kayıtlara geçen coşkuyu hatırlatmak için iki örneği hatırlatmak isterim: Hitler Berlin’de (1936) https://www.youtube.com/watch?v=LOEfL4k_zF8 ve Nuremberg’deki Nazi Parti Kongresi (1936) https://www.youtube.com/watch?v=LMbd-UYyEd0
  • 5. Koçak, C. Türkiye’de Milli Şef Dönemi I ve II. İletişim Yayınları, 8. Baskı, 2018, İstanbul.
  • 6. Freud, S. Kitle Psikolojisi. (Çev. Kâmuran Şipal) Say Yayınları, 4. Baskı, İstanbul, 2017, sf. 23.
  • 7. Dolar, M. Freud and the Political (Freud ve Siyasallık, çev. Işık Barış Fidaner). Unbound, 2008. 4: 15-29.
  • 8. Binbay, T. Dümdüz Bir Psikoloji. soL Portal, 07.07.2019. https://haber.sol.org.tr/yazarlar/tolga-binbay/dumduz-bir-psikoloji-266…
  • 9. Le Bon, G. Kitleler Psikolojisi. (Çev. Elif Kanur) Say Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2018.
  • 10. Gerçi o dönemde herkes az ya da çok “toplumsal bilinç” meselesiyle ilgilenmektedir. Sosyolojiden psikolojiye, siyasetten edebiyata. Yine de konumuz açısından Max Weber’i anmak gerekiyor; özellikle 1919’da formülize ettiği “Karizmatik Liderlik” bağlamında. Oldukça etkileyici olan bu çözümleme daha çok sosyoloji ağırlıklı olduğu için buraya almadım; ama geçerken not etmiş olalım.
  • 11. Reich, W. Faşizmin Kitle Psikolojisi. (Çev. Yüksel Pazarkaya). Cem Yayınevi, İstanbul, 2. Baskı, 2019.
  • 12. Binbay, T. Bizimkisi kaçıncı Reich? soL Portal, 16.01.2016. https://haber.sol.org.tr/yazarlar/tolga-binbay/bizimkisi-kacinci-reich-…
  • 13. Gökdemir, O. Faşizmi küçük adamlar getirir. soL Portal, 09.08.2016. https://haber.sol.org.tr/yazarlar/orhan-gokdemir/fasizmi-kucuk-adamlar-…
  • 14. Burada konumuzla doğrudan ilgili değil ama 1920’ler Almanyası söz konusu olunca Kemal Okuyan’ın geçen yıl yayınlanan “Devrimin Gölgesinde” kitabını hatırlatmak isterim. 1920’leri ve neler olup bittiğini yakından anlamak için. Mutlaka.
  • 15. Okuyan, K. Devrimin Gölgesinde: Berlin, Varşova, Ankara, 1920. Yazılama Yayınları, İstanbul, 1. Baskı, 2019.
  • 16. Anderson, P. Batı Marksizmi Üzerine Düşünceler (Çev. Bülent Aksoy). Birikim Yayınları, İstanbul, 2. Basım, 2019.
  • 17. Bu konunun 19. yüzyıla da dayanan kökenleri ve tarihi için Perry Anderson’un kitabına yeniden dönüp bakabilir. Ama ek olarak, artık baskısı olmasa da 1890-1930 arasındaki Avrupa düşüncesini etraflıca ele alan Stuart Hughes’ın Toplum ve Bilinç kitabını da hatırlatmak isterim.
  • 18. Bu ünlü sözün “gerçek” hikayesi için bknz.: https://en.wikipedia.org/wiki/Big_lie
  • 19. Adorno, T. W. Otoritaryen Kişilik Üzerine (çev. Doğan Şahiner). Sel Yayıncılık, İstanbul, 1. basım, 2017.
  • 20. Arendt, H. Kötülüğün Sıradanlığı (çev. Özge Çelik). Metis Yayınları, İstanbul, 5. Basım, 2018.
  • 21. Fromm, E. İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri (çev. Selcan Karabulut). Say Yayınları, İstanbul, 1. Basım, 2016.
  • 22. Langer, W. C. Hitler’in Psikopatolojisi (çev. Osman Çakmakçı). Don Kişot Yayınları, İstanbul, 1. basım, 2002.
  • 23. Hitler’in psikopatolojisi üzerine yapılan çalışmalarla ilgili geniş çaplı bir liste ve değerlendirme için bknz.:https://en.wikipedia.org/wiki/Psychopathography_of_Adolf_Hitler
  • 24. PsikosoL Kolektifi, Psikiyatri yeniden politize mi oluyor? soL Portal, 27.07.2017. https://haber.sol.org.tr/toplum/psikiyatri-yeniden-politize-mi-oluyor-2…
  • 25. soL Haber Portalı. Ünlü Deneyde Şike Şüphesi: O Psikoloji Deneyi Yönlendirilmiş Sonuçlara mı Dayanıyor? 27.05.2019. https://haber.sol.org.tr/bilim/unlu-deneyde-sike-suphesi-o-psikoloji-de…
  • 26. Hruşçov, N. Speech to 20th Congress of the C.P.S.U. 24 Şubat 1956. https://www.marxists.org/archive/khrushchev/1956/02/24.htm Bu “gizli” konuşma anında tüm dünyaya yayılır ve “Kişi Kültü ve Sonuçları Üzerine” adıyla da basılır, dağıtılır.
  • 27. Volkan, V. D. Körü Körüne İnanç: Kriz ve Terör Dönemlerinde Geniş Gruplar ve Liderleri (çev. Özgür Karaçam). Asi Kitap, istanbul, 1. Baskı, 2017.
  • 28. Volkan, V. D. Kanbağı: Etnik Gururdan Etnik Teröre. Bağlam Yayınları, İstanbul, 1. Basım, 1999.
  • 29. Volkan, V. D. Türkiye’de Psikanaliz ve IPA. Divanda Kılıç Dövüşü içinde (çev. Banu Büyükkal). İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 1. baskı, 2010.
  • 30. Binbay, T. İd Siyaseti. sol Portal, 12.11.2016. https://haber.sol.org.tr/yazarlar/tolga-binbay/kitlesel-bir-yanilsama-s…
  • 31. Binbay, T. Kitlesel bir yanılsama sanatı olarak radikal sol. soL Portal, 14.07.2019. https://haber.sol.org.tr/yazarlar/tolga-binbay/kitlesel-bir-yanilsama-s…
  • 32. Binbay, T. Yıkım Zamanı. soL Portal, 15.10.2009. https://haber.sol.org.tr/yazarlar/tolga-binbay/yikim-zamani-19261
  • 33. Bu arada geçerken yine de atlamamak lazım: Cumhuriyet mitingleri, Dolmabahçe mutabakatı, Taraf ve Zaman Gazeteleri üzerinden yürütülen kampanyalar ve daha nicesi, tüm bu havaya yardımcı oldu.
  • 34. Binbay, T. 15 Temmuz, Paranoya ve Anksiyete. soL Portal, 13.08.2016. https://haber.sol.org.tr/yazarlar/tolga-binbay/15-temmuz-ve-sonrasinin-…
  • 35. Binbay, T. Kişilik, Karakter, Mizaç. soL Haber Portalı, 10.06.2017. https://haber.sol.org.tr/yazarlar/tolga-binbay/kisilik-karakter-mizac-1…
  • 36. Kapitalizm eleştirisi, siyaset ve psikanaliz konusunda tabii ki Slavoj Zizek’i anmamak olmaz. Ama Zizek, Türkiye solcusu için sanırım hep farklı bir kulvarda kaldı. Zaten kendisi de “kitle ve lider psikolojisi” ile 2010’lu yıllarda daha doğrudan ilgilenmeye başladı.
  • 37. Bu geniş külliyattan bazı örnekler: Göka, E. Yedi Düvele Karşı: Türklerde Liderlik ve Fanatizm. Timaş Yayınları, Ankara, 1. Baskı, 2009. Dindar, C. Öfke Dili: Yeni Sağ Zihniyetin Yapıtaşları. Cadde Yayınları, İstanbul, 1. Baskı, 2011. İstanbul Psikanaliz Derneği. Gezi’yi Psikanalizle Düşünmek. Bağlam Yayınları, İstanbul, 2016. Paker, M. Türkiye Debelenirken: Psiko-politik Yüzleşmeler. Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul. 2016. Somay, B. The Psychopolitics of the Oriental Father: Between Omnipotence and Emasculation. Palgrave Macmillan,
  • 38. Okuyan, K. Ergenekon ve AKP Arasında Sıkışan Sol. Yazılama Yayınları, İstanbul, 2. Baskı, 2009.
  • 39. Sırası gelmişken tam da burada “Yetmez ama Evet!” hatırlatması yapmak temcit pilavını yeniden ve yeniden ısıtmak gibi olacak ama yine de ısıtalım. Bu kampanyanın düzene nasıl da psikolojik destek sağladığını da. Ve bir de sonrasında liberal solun Türkiye’de “lider psikopatolojisinin” ana okuyucu/yazıcı kitlesini oluşturduğunu da...
  • 40. Bu derdi en çok önemseyen Cemal Dindar oldu. Son 10 yıl içinde “sol psikobiyografi” diyebileceğimiz bir alanı neredeyse tek başına inşa etti: Biat ve Öfke: Recep Tayyip Erdoğan’ın Psikobiyografisi. Telos Yayınları, İstanbul, 3. Basım, 2014. #direnlibido. Telos Yayınları, İstanbul, 1. Baskı, 2013. Yeni Türkiye Sendromu: Tanıdan Tedaviye. Telos Yayınları, İstanbul, 1. Baskı, 2016. Emeğinin siyasi doğrultusu ve teorik içeriği ise ayrıca sorgulanmalıdır.
  • 41. Etik demişken, bu alanda etik nasıl sakatlanır, sağlam bir örnek görmek isterseniz Vamık Volkan’ın “Kan Bağı” kitabına bir bakın derim. Özellikle de Slobodan Miloseviç ve Abdullah Öcalan ile ilgili yazdığı bölümlere. Mutlaka.
  • 42. Zizek, S. Syriza’ya inanmıştım, kapitalizmin gücüne teslim oldukları an seçimi kaybedecekleri kesinleşti. (Çev. Sena Cenkoğlu). Indipendent Türkçe. 09.07.2019.