Doğrudan patronları, sermaye sınıfını ve kapitalizmi hedef alan yeni bir emek mücadelesinin zemini, bundan iki ay öncesine göre kat be kat güçlenmiştir ve mevcut sendikaların nüfuz etmekte zorlandığı sektörlerden başlayarak karşılığını hızla yaratacaktır.

Sendikaların virüsle imtihanı

Covid-19 pandemisi, dünya ekonomisinde krizi derinleştirdi ve alınmak durumunda kalınan önlemler nedeniyle etkisi 1929 Bunalımı ile karşılaştırılabilecek bir çöküş başladı. Öncelikle altını çizmekte fayda var, dünya kapitalizminin şu anda yaşadığı krizin sıfır noktası bu pandemi değildir. Ancak, dünya ticaretini durma noktasına getirmesi ve üretimden son tüketime tedarik zincirlerini bozması nedeniyle, zamana yayılmış kriz dinamiklerini ve bu dinamiklerin sonuçlarını öne çekmiş bulunuyor. Şimdiden, 2020 yılında dünya ekonomisinin rekor oranda küçülmesi kesinleşti. 2021’de toparlanmanın hızlı olacağı beklentisiyle avunmaya çalışıyorlar.

Kendisi de dünya kapitalizmi açısından, sosyalist bir devrimin yükseldiği koşullarda ve bir yıkım anlamına gelen paylaşım savaşından sonra, toplumsal, siyasal ve ideolojik kriz potansiyelinin ortaya çıktığı bir dönemde belli bir misyonla kurulan Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), pandemi krizinde de yapıcı uyarı yapma işlevini sürdürüyor. Krizin çalışma hayatına olası etkilerini tespit eden ILO, 2020 yılının ikinci çeyreğinde dünya genelinde çalışma süresinin yüzde 6,7 düzeyinde, 195 milyon tam zamanlı çalışana eşdeğer bir kayba uğrayacağını tespit ediyor. Zorunlu işyeri kapatma önlemlerinin alındığı ülkelerdeki istihdam, dünyada toplam çalışanların Mart ayı sonu itibariyle yaklaşık yarısına yaklaşıyor. Yine ILO’nun pandeminin ilk günlerindeki tahminine göre 25 milyon işçinin işini kaybedeceği belirtilmişti. Ancak ILO bu tahminini, belki de felaketin boyutu nedeniyle oto sansür mekanizmasını işleterek güncellemedi ve sadece bu rakamdan çok daha fazla olma riskinin büyük olduğunu söylemekle geçiştiriyor. Yine istihdam, işsizlik ve işgücü göstergeleri açısından II. Dünya Savaşı ile karşılaştırılabilir bir tabloya işaret ediliyor. Hizmet sektörlerini daha fazla etkilemek üzere toplamda 3,3 milyarlık işgücünün salgından ve salgının yarattığı krizden etkileneceği vurgulanıyor.1

ILO’nun dünya kapitalizmi için gördüğü misyon belli olsa da sunduğu rakamların, yaptığı tespit ve tahminlerin abartılı olduğunu söyleyemeyiz. Bunları, dünya kapitalizminin ve tek tek ülkelerde çalışma hayatının rutin işleyişinin bozulduğu ve patronların çıkarlarının sürdürülmesi adına işçiyi kapsayan mekanizmalarda deliklerin açıldığı bir konjonktüre işaret etmek için ortaya koyduk. Bu tabloda, Soğuk Savaş döneminde sağlamlaşan ve oturan, arkasından neo-liberal saldırılarla yeniden aşınan ama aşınmanın sendikaların çalışma hayatındaki mekanizmaları güçlendiren işlevleriyle telafi edildiği düzenin yerle bir olması kaçınılmaz. Yaşanan şok çok büyüktür, dünyada ve Türkiye’de sendikal düzen bu şokun etkisini azaltmak ve işçilerin “düzenle” bağlarını koparmaması için görevinin başındadır. Bu düzenin sınırlarını zorlayan mücadeleci pratiklerin durumu değiştirecek ne gücü ne de yaygınlığı var.

Bu çerçevede, yazının başlığını bir soruya dönüştürürsek ve bu soruya cevap vermemiz gerekirse, virüs salgınında sendikalar, sendikal düzeni belli açılardan zorlamak, üyelerinin en temel haklarını savunmak noktasında sınıfta kalmıştır.

Değişen ve parçalanan “nesnellik”

Sendikaların ve daha öncesinde işçi derneklerinin kapitalizmin geliştiği ve burjuva devrimlerinin yaşandığı 19. yüzyıldaki özellikleri, 20. yüzyılda ve günümüzdeki özellikleri ile pek çok farklılık içerir. Fakat bu farklılık, ne kapitalizmin ilk dönemlerinde sömürünün gerçekleşme biçimleriyle ne de işçi sınıfının kendiliğinden bilincinin ve ekonomik mücadelesinin ulaştığı düzeyle ilgilidir. İşçilere dışarıdan bilinci taşıyan ve bilinci oluşturan siyasal/ideolojik koşullar, sendikal yapıları da ve düzende tuttukları yeri de belirler.

Kapitalizmin beşiği İngiltere’de 1820’lerin 40’ların proleterlerinin kendiliğinden hareketi ve bilinci, aydınlanma ideolojisi, ütopik sosyalizmi de beslemiş olan burjuva hümanizmi ve yüzyıllar boyunca tüm yoksul kesimlerde birikmiş olan mazlumca bir kin duygusu bileşimince belirlenir. Oysa yüzyılın sonlarında Kıta’daki sendikal/kendiliğinden bilinç reformizmin egemenliği altına giren bir bilinçtir.2 İşçi sınıfına dışarıdan bilinci zerk eden tüm siyasal ve ideolojik nesnel durum, bir yandan sendikaları da şekillendirirken bir yandan da sendikaların gücünü ve güçsüzlüğünü de belirleyecektir.

Dünyada Soğuk Savaş sonrası sağlamlaşan sendikal düzen, neo-liberal dönemde sendikal yapılar zayıflamasına rağmen değişmemiştir.3 Çünkü sınıfın örgütlü küçük kesimini temsil eden sendikalar, işçilere dışarıdan bilinç taşıyan nesnelliğin en önemli parçası olmaya devam etmektedir. Söz konusu nesnellik, sınıf mücadelesinin güncel siyasal karşılıkları ve güç dengesiyle biçimlenir. Farklı ülkelerde değişmekle beraber, sendikal örgütlülük düzeyinin gerçekte ne kadar “örgütlülüğe” denk düştüğü ise tali bir tartışmadır. Sendikaların aslında örgütsüz olduğu iddiası ya da tespiti, sendikal düzenin dışına çıkabilecek bir mücadele verme ve bu düzenin ulaşmayı tercih etmediği kesimleri örgütleme potansiyeli üzerine düşünülürken bir anlam kazanır.

Türkiye’de sendikal düzenin ana parçası olan Türk-İş’in, farklı bir mücadeleci sendikal kanal yükseldiği ölçüde siyaset üstü sendikacılığa daha fazla işaret etmesi, aslında işçi sınıfına dışarıdan bilincin taşındığı nesnelliğin Türkiye burjuvazisini ve düzeni zorlayan özellikler göstermeye başlaması ile ilgilidir. Çünkü bu zorlama, işçi sınıfının sendikal örgütlerinde de karşılığını bulmaya başlayacak ve DİSK 1960’ların sonu ve 70’lerde bu yeni sendikal kanalın adresi haline gelecektir. Fakat bugün Türkiye’de sendikal düzen, içerisinde değişik kesimleriyle düzen siyasetinin belirlediği farklı pratikleri barındırsa da bir bütündür ve işçi sınıfının ideolojik olarak esir alınmasına yarayan mekanizmaları güçlendirmektedir.

Bu çerçeve; dünyada ve Türkiye’de söz konusu nesnelliğin, sınıflar mücadelesindeki dengelerde büyük bir değişim yaşanmadığı koşullarda, belli açılardan bu statik dengenin de belirlediği sermaye birikim süreçlerinde tıkanmanın tezahürü olan krizlerle değişebileceğine işaret etmek için çizildi.

Covid-19 pandemisi, başta ekonomik olmak üzere siyasal, ideolojik ve toplumsal sonuçları olacak böyle bir krizi tetiklemiştir. Bu kriz, beraberinde ister istemez bir uyarlanma sürecini beraberinde getirecektir. Örneğin ve basitçe, yeni bir birikim modeline geçilmesinden ya da bu çerçevede sendikalara yeni misyonlar biçilmesinden bahsetmiyoruz. Bu kolay değil çünkü küresel ölçekte kapitalizm ve sermaye sınıfı, neo-liberal dönemin geride bırakılması için gerekli ne ortak bir akla ne de ortak çıkarlara sahip.

Ancak sendikaların da bir parçası olduğu ve öte yandan ekonomik mücadelenin belirlendiği nesnellikte, uzun bir süreden sonra sermaye sınıfının hegemonyasında büyük gedikler açılmış ve virüs riskine rağmen çalışmaya zorlanan emekçilerin düzenle ideolojik bağlarının zayıfladığı bir aralık açılmıştır. Bu durum, sendikal düzen içerisinde bazı mücadeleci unsurların bu çakılı düzenin ötesine geçebileceği mücadele pratikleri örgütlemesini kolaylaştırır.

Devrilemeyen masa, indirilemeyen şalter

Salgın boyunca ne dünyada ne Türkiye’de bu türden mücadele pratikleri görülmüş, sendikalar tüm unsurlarıyla sendikal düzenin misyonlarını tahkim edercesine sermaye sınıfı ile uyumlu bir pozisyon üretmiştir. 

Dünyada ve özellikle Avrupa’da sendikal konfederasyonlar ve federasyonlar, tamamen sermaye sınıfının ihtiyaçları doğrultusunda tavır aldılar. Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC) ya da ana sektörleri içinde barındıran IndustriALL’ın salgının başından bugüne yaptığı açıklama ve çağrıların içeriği gelişmiş kapitalist ülkelerdeki sermayeyi rahatlatmaya dönüktür. Şubat sonu ve Mart ayı başında, patronlara risk nedeniyle çalışmak istemeyen işçilerin çalışmaya zorlanmaması ekseninde çağrılar yapılırken, gelişmiş kapitalist merkezlerde alınan karantina ve sokağa çıkma yasaklarının ardından fabrikaların da kapatılmasıyla, artık bir anlamı kalmayan temel ihtiyaç maddeleri üreten fabrikalar dışında üretimin durdurulması talebi dillendirilir olmuştur.

Türkiye’de de benzer süreç işlemiştir. Tedarik zincirlerinin altüst olduğu ve yurtdışındaki bağlantılı fabrikaların kapanması ve siparişlerin kesilmesi nedeniyle bazı sektörlerde üretim patronlar tarafından durdurulmaya başlanana kadar sendikaların açıklamaları alçak tondadır. Ülkede ilk vakanın tespit edildiği (ya da ilan edildiği) 10 Mart tarihinden sonra işçi konfederasyonlarından yaşamsal olmayan sektörlerde üretimin koşulsuz olarak derhal durdurulması çağrısı haftalar sonra yapılabilmiştir. Türk-İş, 23 Mart’ta başkanı aracılığıyla konuya ilişkin ilk kapsamlı açıklamasını yaparak “Batan geminin lüks kamarası yok. Acil ihtiyaç olmayan işyerleri tatil edilsin” derken 31 Mart gününe kadar zorunlu/acil mal ve hizmetler dışında üretimin durdurulması talebini dile getirmedi.

DİSK ise ilk vakanın tespit edilmesinin üzerinden 20 gün geçtikten sonra, “temel, zorunlu ve acil mal/hizmet üreten işler dışında çalışma durdurulsun” diyebildi. DİSK’in daha önce yaptığı açıklamaların hepsinde bu çağrıya koşul konmuş ve üretimin belli şartlarda devam edebileceği ima edilmişti. DİSK’e göre üretim, “virüsten korunma koşullarının sağlanamadığı tüm işyerleri”nde durmalıydı. 30 Mart’ta yapılan açıklamada ise herhangi bir koşula bağlanmadan yaşamsal olmayan işlerde üretimin durdurulması çağrısı ilk kez yapılabildi.

Bu arada, 31 Mart’ta Hak-İş’in de dahil olduğu üç işçi konfederasyonu ortak bir açıklama yaparak bu talebi birlikte dile getirdiler ve üretimin en az 15 gün durmasını talep ettiler. Ancak nedense, bu ortak açıklamaya hiçbir konfederasyon web sitesinde yer vermeyi tercih etmedi.

Bu konfederasyonlara bağlı sendikaların da benzer bir yaklaşım içerisinde olduğu görüldü. Konfederasyonlar ve sendikalar üretimin durdurulmasını o da haftalar sonra talep ediyorlardı! Bu tabloda büyük bir tuhaflık var, çünkü işçi sınıfının küçük bir kesimini örgütlemiş olsalar da sendikalar örgütlü olduğu işyerlerinde bu dönemde pekala üretimi durdurabilirlerdi. Mevcut yasalarda, işçi sağlığı için riskler nedeniyle işin bırakılmasını mümkün kılan düzenlemeler dahi varken bu yapılmadı, üretimin durdurulması için sadece hükümete çağrı yapıldı!

Hükümet bu çağrıya elbette yanıt vermedi. Çünkü üretimi kesintiye uğratmazlarsa virüs sonrası dünyada, bozulan tedarik zincirlerinin yeniden yapılanmasında Türkiye’nin böylece daha merkezi bir konuma yerleşebileceğini hesap ediyorlar. Bu hesabın tutup tutmayacağı ayrı bir tartışma konusudur. Ancak, ülkenin bu salgından daha güçlü çıkacağına inanan Saray kadroları hafta sonları sokağa çıkma yasağını bile fabrikalara muafiyet sağlayacak biçimde ilan ediyorlar.

Bu şartlarda şu sorular akla gelebilir. Sendikalar, Türkiye’de uzun süredir grev silahını sadece toplu sözleşme süreçlerinin bir parçası olarak kullanmıyorlar mı? Sendikalar, üyelerini iş bırakmaya ikna edebilirler mi? Şalterin patrona rağmen inmesi durumunda, bunun altından sendika örgütlülüğünü koruyarak kalkabilir mi? Bu eylemlerde halkın desteği arkaya alınabilir ve eylemin meşruiyeti sağlanabilir mi?

Bu sorular, olağan koşullarda sorulabilir ve sendikal kararlarda belirleyici olabilirdi... Ancak sendikal düzenin ve verili işleyişin ters yüz olduğu bir süreçte bu sorular geçersiz hale gelmiştir. İşçinin çıkarını savunan ve mücadele etmeye niyeti olan sendikalar, işçi ve toplum sağlığı için oluşan riskleri gerekçe göstererek, yaşamsal olmayan sektörlerde üretimi durdurabilirlerdi.

Bu kararlarına ciddi bir toplumsal destek bulabilirler, birçok fabrikada iş bırakmak isteyen ve ikinci sınıf insan muamelesi gördüğünü düşünüp eşitsizliğe lanet eden işçilere öncülük etmiş olurlardı. Oysa tersi oldu. Çok sayıda fabrikada, işçilerin iş bırakmaya niyetlendiğini ama sendikalar tarafından engellendiklerini biliyoruz.

Sendikal düzenin değişebileceği ya da çatlayabileceği bir konjonktürde, farklı işçi kesimlerini örgütleyen ve farklı sendikal gelenekleri temsil ettiği belirtilen Türk-İş, Hak-İş ve DİSK’in sendikal düzeni korumak adına ortak refleksler ürettiği bir tablo ortaya çıkmıştır. Aksi olsaydı, sokağa çıkma yasağına rağmen binlerce fabrikanın çalışması sessizlikle geçiştirilmez ve temel ihtiyaç maddesi üretmemesine rağmen hafta sonu mesai yapmak zorunda bırakılan sendikalı fabrikalarda iş bırakma denemelerine şahit olurduk.

Türkiye’de sendikalar, patronlarla oturduğumuz masayı şimdi devirirsek, salgın sonrasında yenisini kuramayız diye düşündüler. Fabrikalarda gerekli önlemlerin alınması ve iş bırakma girişimleri yerine, derin ekonomik kriz dönemlerinde olduğu gibi enerjilerini faaliyet gösterdikleri zeminin kaymasına engel olmak için harcadılar. Bu çabalarında da başarılı oldular!

23 Mart 2020 tarihinde Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı Çalışma Genel Müdürlüğü yayımladığı bir genelge ile toplu iş sözleşmesi sürecinde hak düşürücü sürelerin işletilmesinde aksaklıkların yaşanmasını önlemek gerekçesiyle bazı hakları askıya aldı.

Fabrikalar ve işyerleri harıl harıl çalışırken, işçiler evde kalamaz her gün sağlık riskleriyle burun buruna gelirken yayımlanan bu genelge ile patronların istediği oldu. Yeni bir karara kadar, sendikal örgütlenmeler durduruldu, toplu iş sözleşmesi prosedürlerinin devam edip etmeyeceği sendikaların inisiyatifine bırakılmak yerine tümüyle askıya alınmış oldu. Bu nedenle, halen sözleşme süreci devam eden ancak grev kararı alınmamış işyerlerinde grev hakkı da ortadan kaldırıldı.4

Anlaşılan o ki, salgın sırasında sendikalar toplu sözleşme süreçlerini sürdürmeyi tercih etmediler, işçilerin hak talepleri için sözleşme süreçlerinde patronlarla karşı karşıya gelmek istemediler. Bu genelgenin yayımlanmasından birkaç gün sonra DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu’nun bir gazeteye yaptığı değerlendirmede, talebin sendikalardan Bakanlığa gittiği ve genelgeden rahatsız olmadıkları ortaya çıktı:

“Devam eden TİS süreçlerinde salgın nedeniyle görüşmeler yapılamıyordu. Biz yeri geliyor TİS için bin-2 bin işçiyle toplantılar yapıyoruz. Belli prosedürlerin yerine getirilememesinin ve sürecin uzamasının hak kaybı yaratmaması için Bakanlığa taleplerimizi iletmiştik. Bu doğrultuda düzenleme yapıldı. Düzenlemenin işçiler açısından hiçbir hak kaybına yol açmadan hayata geçirilmesi gerekiyor.”5

Konfederasyonların bu tutumundan güç alan hükümet, ilerleyen haftalarda bir yasa değişikliği ile bu “sıkıyönetim” düzenlemesini perçinledi. Artık toplu sözleşmeler, yalnızca patron istediği takdirde imzalanabilecek, istemediği takdirde prosedürler 3 ay ertelenmiş olacaktı. Cumhurbaşkanına da bu süreyi 3 ay daha uzatma yetkisi verildi. Bir kuralın işlediği söylenebilir, olağanüstü koşullarda işçiden yana tavır alamayan ve fırsatçı patronların karşısına dikilemeyenlere bu durumlarını meşrulaştıracak bir düzenleme getirildi.

Salgında sınıfa büyük saldırı, sendikalarda sessizlik

Buraya kadar, sendikaların yapabileceği çağrılara ve işyerlerinde inisiyatif geliştirip alabileceği kararlara işaret ettik. Bunu, kapitalizmin ve toplumsal yaşamın olağan işleyişinin sekteye uğradığı bir momentte, yani herhangi bir eylem kararının en kolay alınabileceği koşullarda yapmadıklarını vurguladık.

Ancak sendikalar, hükümete öfkenin hızla biriktiği bir dönemde, işçi sınıfının bazı haklarının bir yasal değişiklikle elinden alınmasına da karşı çıkamadılar. Hatta, “işten çıkarmanın yasaklan
dığı” belirtilerek gündeme getirilen bu düzenlemenin bazı maddelerine olumluluk atfederek, söz konusu düzenlemenin meşrulaştırılmasına yardımcı oldular.

16 Nisan sabaha karşı jet hızıyla TBMM’de kabul edilen düzenleme6, önceki hafta kamuoyuna sızdırılmış, Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak tarafından “işten çıkarmayı yasaklıyoruz” denilerek lanse edilmişti. Türk-İş ve DİSK’in ilk tepkisi, işten çıkarmanın yasaklanmasının olumlu olduğu ancak düzenlemede eksiklikler bulunduğu eksenindeydi.

Ama ortada bir sorun vardı... Söz konusu düzenleme, işten çıkarmayı yasaklamadığı gibi mevzuatta bulunmayan ücretsiz izni üstelik işçinin rızası aranmadan patronun eline koz olarak veriyordu. Patronlara çalışanlarını ücretsiz izne gönderme hakkı tanınıyordu. Ücretsiz izne gönderilen işçilere ise günde 39,24 TL ayda 1.177 TL ödenecekti. Asgari ücretin yarısı kadar ve bir sadaka niteliğinde olan ödenek ise İşsizlik Sigortası Fonu’ndan karşılanacak yani işçi işsiz kaldığında alacağı işsizlik ödeneğinden mahsup edilecekti!

İşçi konfederasyonları, yine bu düzenlemede yer alan toplu sözleşme hakkı başta olmak üzere sendikal hakları tümüyle askıya alan değişikliği, “taraflar istediği takdirde toplu sözleşme imzalayabilir” noktasına çekilmesini sağlamakla yetineceklerdi.

Oysa ortada buz gibi gerçekler vardı: 1- İşsizlik yasaklanmadı. Halihazırda işçinin tazminatsız işten çıkarılmasını düzenleyen fesih maddesi korundu. 2- Patrona işçiyi tek taraflı ve keyfi olarak ücretsiz izne çıkarma hakkı tanındı. 3- Ücretsiz izne çıkarılan işçiye, asgari ücretin yarısı bir ödeme o da yine işçinin hakkı olan bir başka ödenekten verildi. 4- Toplu sözleşme süreçlerinde inisiyatif patrona bırakıldı, patron isterse sözleşme imzalayacak. İstemezse taraflar 3 ay (CB uzatırsa 6 ay) bekleyecek. 5- Fabrikaların harıl harıl çalıştığı bir dönemde örgütlenme hakkı 3 ay (CB uzatırsa 6 ay) ertelendi.

Düzenlemenin kanunlaşması ile ilgili konfederasyonlardan hiçbir tepki açıklaması yapılmadı. Salgın döneminde her gün çeşitli vesilelerle açıklama yayımlayan konfederasyonlar, hâlâ suskun. Salgın sonrasına da taşınabilecek bu düzenlemelere ilişkin sendika yöneticilerinin tekil açıklamaları ise en fazla patronlara ricada bulunur tonda oldu:7 “Kısa çalışma ödeneği imkânı varken, işverenlerin ücretsiz izne başvurmayacağını düşünmek istiyoruz.”

Sermayeye sendikal güvence

Sendikaların salgında yapamadıklarını ele alırken, işçilerin her geçen gün daha büyük bir risk altında çalışmaya zorlandıklarının altını çizelim. Fabrikalardan gelen pozitif vaka haberleri artıyor. Covid-19 nedeniyle ölen işçilerin çalıştığı fabrikalar kapatılmıyor, geçici önlemlerle üretim devam ettiriliyor. Sendikaların zorlayarak fabrikaları durmaya zorladığı örnek neredeyse yok. Kapatılan fabrikaların neredeyse tamamında, patronların düşen sipariş ve ihracat koşulları nedeniyle yaptığı planlı duruş kararı asıl belirleyici oldu.

Peki, Türkiye’de sendikal düzenin en kolay zorlanabileceği bu şartlarda, sendikaların üyelerinin meşru ve acil üretimin durdurulması taleplerinin taşıyıcısı olmamaları ve bunun mücadelesini vermemeleri nasıl açıklanabilir? Kolay yanıt, özellikle AKP döneminde çok sık başvurulan “sendikaların hükümetin arka bahçesi” olduğu tespitidir. Türkiye’de Türk-İş’in merkezinde olduğu sendikal geleneğe de kolayca adres veren bu açıklama yetersiz ve daha önemlisi saptırıcıdır.

Türkiye’de tüm unsurlarıyla sendikal düzen, bugün reflekslerini sermaye sınıfının eğilimlerine göre belirler hale gelmiştir.

Bunda, sendikalı kamu işçilerinin özelleştirmelerle sayılarının azalması ve Türk-İş sendikalarının temsil ettiği kamu işyerleri sendikacılığının etkisinin zayıflamasının bir payı vardır. Ancak, sermayenin uluslararası entegrasyonunun artması ve yabancı sermayenin yoğunlaşmasının, örgütlülüğün olduğu fabrikalarda ve işyerlerinde, sendikal pratiklere yansıyan sonuçları daha belirleyicidir.8 Bugün kıta Avrupası’nda Alman sendikalarının başını çektiği, sermayeyi kollayan sendikacılığın Türkiye’de giderek daha fazla etkili hale geldiği görülüyor. Bu, öncelikle işyerinde işçilerin kontrol edilmesi ile tanımlanabilecek sarı sendikacılıktan ötesine işaret etmektedir. Ayrıca, ücret sendikacılığının en radikal çıkışlarını da içerisinde barındırmaktadır.

Bu çerçevede, Türkiye’de sermaye sınıfının ağırlığının şalterlerin inmesinden yana olmaması, sendikaların salgın sırasında çok kötü sınav vermesinin temel nedenidir. Dönemin belirsizliklere yol açabilecek öngörülemeyen özellikleri, patronları rahatsız edebilecek mücadele pratiklerinden ve söylemlerden kaçınılmasına yol açmıştır.

Türkiye’de sendikal düzende ilk çatırdama, nesnelliğin sunduğu büyük olanaklarla 60’larda ortaya çıkmış ve DİSK’in özel sektör işyerlerinde verdiği mücadelede kristalize olmuştu. Sendikal düzendeki bu çatlak 1980 Darbesi ile kapatılmıştı. Şimdi Türkiye’de ama aynı anda dünyada da kapitalizmin virüs salgını ile derinleşen büyük krizi ile emekçilerin sendikal düzeni zorlayacak ve yer yer çatlatacak mücadelelerine alan açılmaktadır. Doğrudan patronları, sermaye sınıfını ve kapitalizmi hedef alan yeni bir emek mücadelesinin zemini, bundan iki ay öncesine göre kat be kat güçlenmiştir ve mevcut sendikaların nüfuz etmekte zorlandığı sektörlerden başlayarak karşılığını hızla yaratacaktır.