'Şimdilerde herkes az ya da çok cumhuriyetçi! Ama gelin görün ki öncesinde yani cumhuriyet tasfiye edilirken hiç de böyle değildi.'

Reklam arasını bitirmek: İktidar, sınıf ve psikopolitika

Siyaset her şeyden önce bir düşünce eylemi. Evet, sadece düşünmekten ibaret değil, hatta sadece düşünmekten ibaret olduğunu söylemek yanıltıcı olur ama siyaset öncelikle düşünmeyi içeriyor. Yani muhakemeyi, tartıp biçmeyi, irdelemeyi, bazı sonuçlara varmayı, anlamayı, anlamlandırmayı ve seçmeyi. Tabii ki bu süreç oldukça dinamik. Yani sürekli devinen, sürekli değişen bir yanı da var siyasetin. Ama kemikleşmiş, yani pek değişmeyen bir yanı da var. Aileden, kültürden, geçmişte yaşananlardan, coğrafyadan ve zamandan gelen daha uzun süreli kalıcı olan ve daha az değişen bir yanı var. Ve tüm bu değişken ve sabit olmaya yakın kısım öyle boşlukta kendiliğinden olup bitmiyor; maddi yaşamın üretimi ile şekilleniyor. Sınıflar, üretim ilişkileri, üretici güçlerin durumu… Siyaset ve siyasi değişim tüm bunların devinimiyle akıp gidiyor. Bir düşünce olarak siyaset maddi ilişkilerden çıkıp geliyor ama maddi ilişkilere yön veriyor; yön veriyor gibi görünüyor.

Düşünmek ise katman katman. Sadece bilinçli eylemden ibaret değil düşünme; içinde bilince çıkmayan dürtüler, düşünmeye eşlik eden duygular da var. Freud’u tartıştığı yazısında “dürtüler, düşünceye dönüşmemiş duygulardır” diyor Christopher Caudwell. Tam da bu cümlenin anlattığı gibi siyasette düşünceler kadar dürtüler de var. Yani düşünceye dönüşmemiş duygular. Hatta öyle ki siyasette dönem dönem düşüncelerden ziyade duygular, dürtüler, bilinçdışı olan öne çıkıyor. Daha doğrusu öyle yaşıyoruz; bilincimizde olup bitiyormuş gibi yaşayıp bilinçsiz meseleleri takip ediyoruz. Komünist siyaset ise bilinçsiz olanı bilgiye çevirme işi de yapıyor. Sürekli.

Bir yerde düşünce varsa bilinçli olan kadar bilinçdışı olanın da orada var olduğunu, hatta esas olarak bilinçdışı meselelerin işlediğini biliyoruz. Siyaset de bilinçsiz olanın alanı. Siyasette de dürtüler, arzular düşünce öncesi duygular olarak dolanıyor. Şaşırma, korku, heyecan, umutlanma, kaygı, coşku, öfke, nefret, çaresizlik, çöküş hep siyasetin duyguları. Tüm bu duygusal (afektif) ve bilişsel (kognitif) özellikler siyasetin bilince çıkmamış olanla bağına işaret ediyor. Siyaset toplumların ve tabii ki sınıfların kolektif zihnine yerlemiş isteklerin, arayışların, arzuların, kayıpların da işlendiği bir yer siyaset. Maddi yaşamdan bağımsız değil; tam tersine siyasetin içinde gezinen bilinçli düşüncelerin ve bilinçdışının sınıfları, sınıflar arası mücadeleyi yakından ilgilendiren bir yanı var. Örneğin bazı dönemlerde bir de bakıyoruz ki bir önceki dönem tutması mümkün olmayan düşünceleri, kişilikleri öne çıkıveriyor. “Liberalizm” durup dururken cezbetmiyor kitleleri ya da “solculuk” durup dururken moda haline gelmiyor. Ya da nasıl oluyorsa oluyor, bazı söylemlerin ve bazı siyasetçilerin etrafında büyülü bir “hare” beliriveriyor. Bir yerde büyü, sihir varsa bilinçsiz olan da vardır ve siyasette, özellikle de sermaye siyasetinde büyüleme ve sihir öncelikli biçimdir. Ayrıca bu büyülü yan sadece düzeni sürdürmek için değil “turuncu devrimler” faslında olduğu gibi karşı-devrimci dönüşümlerde de çok işe yarıyor. Örneğin Belarus’ta bir İngilizce öğretmeninin iki ay gibi bir sürede “güçlü, yenilmez, etkileyici” bir muhalefet liderine dönüşmesi yakından incelenmesi gereken bir dönüşümdür.

Siyasette olaylar, düşünceler, taraflar kadar duygular, sürçmeler, fısıltılar, sezgiler ve sanrılar da var. Tamam, bugün kimse Hitler’i hayırla anmıyor belki ama 1930’lar dünyasında Hitler kitleleri sadece Almanya’da değil, neredeyse tüm kapitalist dünyada etkiliyordu ve bu bir sanrı değildi! Siyasetiyle, söylemiyle, dile getirdiği düşüncelerle etkiliyordu Hitler. Ve orada da kalmıyordu: sesiyle, duruşuyla, giyimiyle, saç kesimiyle, mimikleriyle, ritüelleri ve simgeleriyle de etkiliyordu. Ki o dönemde “kitle iletişim araçları” adı verilen süreklileşmiş propaganda yöntemi günümüzdeki kadar yaygın da değildi. Toplum bugün her bir bireyin cebine kadar girmiş propaganda ekranlarından oluşuyor neredeyse. Hitler’in büyüleyiciliği işbaşında iken toplum tek elden bilgiye, düşünmeye, duygulara hiç bu kadar  maruz da kalmıyordu.

Kapitalizm meta üretimini çeşitlendirdiği ve tek tipleştirdiği gibi kolektif düşünmeyi de, kolektif duyguları da kolektif bilinçdışını da çoğalttı, çeşitlendirdi ve de tek tipleştirdi. Bugün siyaset, bir kolektif düşünme biçimi olarak tüm kapitalist dünyada az ya da çok benzer bir hal almış durumda: liderler ve liderle özdeşimin öne çıkması, toplumun düşüncesinin ancak belli aralıklarla önemli hale gelmesi (seçimler), seçim kampanyalarının tekdüzeliği, ilkelliği ve hatta seçmen davranışının “büyük veri (big data)” olarak izlenebilmesi, hatta manipüle edilebilmesi. Tüm bunlar tek tipleşmeyi, sermaye sınıfı için yönetimin tekelleşmesini ifade ediyor. Siyasetin insansızlaşması, emekçi kitlelerden kaçırılmasını ifade ediyor. Ama öbür yandan da her krizde düşünceler kadar kolektif duygular, dürtüler ve bilinçdışı malzemeler de daha fazla ortaya saçılıyor. 

Türkiye siyasette düşünceler kadar (ve hatta belki daha fazla) duygu selleri yaşayan bir ülke. Malzeme bol. Bu bir yanıyla şans ve Türkiye’nin son 20 yıldır özgün bir kesitten geçtiğini de hep beraber yaşıyoruz. Duygular, düşünceler, değişimler anlamında. Bu özgünlükte psikolojik malzeme de bol. Psikopolitika etkinliği ve etkililiği de buradan geliyor. 

Türkiye geçtiğimiz on yıllar içinde, özellikle de 2005-2015 arasında, hızlı adımlarla Cumhuriyetin tasfiyesini yaşadı. Tasfiye yaşanırken de içinde öfke, nefret, çaresizlik, heyecan, korku ve hayal kırıklığı gibi farklı duyguların olduğu, bilinçdışı meselelerin işlendiği, oralara seslenildiği nice moment oldu. Açıkçası AKP iktidarında somutlanan sermaye aklı bu dönemde toplumu ve işçi sınıfını bu duygularla, söylemlerle kâh arkasına aldı, kâh etkisizleştirdi, kâh taraflaştırdı; ama sık sık da şoke etti. Olmayacak şeyler oldu ve “hayatta olmaz” denilen birçok psikolojik eşik aşıldı, geçildi. Bu eşikler aşılırken yaşananların “demokratikleşme” olarak ayakta alkışlandığı da oldu kitleleri sokağa döktüğü de. Ama Türkiye daha önce yaşamadığı çeşit, içerik ve çapta toplumsal olaylar, duygular yaşadı. Yaşamaya da devam ediyor. Bu bir yanıyla halen de bir şans.

Tam da bu dönemde Cumhuriyet “reklam arası” olarak nitelendi ve özellikle AKP tabanı tarafından çok tutuldu. Bu yazıda işte “reklam arası” olarak da tanımlanan Cumhuriyetin tasfiyesi sürecinde sermaye aklı tarafından siyasi dile tercüme edilen, tercüme edildiği kadar etkili de olan psikopolitik söylemleri, müdahaleleri, manevraları (ve bunların maddi üretimle olan ilişkisini) göstermeye, hatırlatmaya çalışacağım.

Popkorn: Cumhuriyet ve sermaye sınıfı

Cumhuriyet konusunda şimdilerde çıkan gürültü bir miktar yanıltıcı. Şimdilerde herkes az ya da çok cumhuriyetçi! Ama gelin görün ki öncesinde yani cumhuriyet tasfiye edilirken hiç de böyle değildi. Cumhuriyetin dibine kibrit suyu dökülürken, yani reklam arası biterken herkes sermayenin patlamış mısırından bir tutam almıştı eline; herkes alkışlanacak bir şey buluyordu o günlerde: asker vesayetinin geriletilmesi, Avrupa Birliği yolunda somut adımlar atılması, demokratikleşme, derin devletin üstüne gidilmesi, tarihsel hatalarda özür dilemenin gündeme gelmesi, barış için adım atılması, başörtü zulmünün sona ermesi vb. Zaten tasfiye dönemi nasıl açılmıştı? Muhafazakar demokratik devrim ile! Pardon, inkılap ile! Böyle alkışlanmıştı. Farklı kesimler, yaşananlarla kâh özdeşleşerek, keyif alarak kâh da huzursuzlanarak ama tabii ki bol bol unutarak süreci geçirdiler. 

Sonra reklam arası bitti. Herkes elinde pop-korn, filmin ikinci yarısına geçti. Geçtik! Sinemayı giriş, gelişme ve sonuç diye basitleştirirsek filmin esasına geliyoruz. Geliyoruz ama olan biteni anlamak için önce genel bir çerçeve gerekiyor. Bu genel çerçeve olmadan reklam arasının bitişini anlamak pek mümkün olmayacaktır.

Cumhuriyet fikrinin geri çekilmesi AKP iktidarından önce yaşanan iki tarihsel gelişme ile yakından ilişkili: işçi sınıfı siyasetinin Sovyetlerle kazandığı momentin 2. Dünya Savaşı sonrasında gerilemesi ve işçi sınıfı basıncı azalan kapitalizmde ulus-devletlere ihtiyacın azalması. Sovyetlerin çözülmesi ilkinin bir sonucuydu ve ikincisini de kolaylaştırdı. 

1990’larda emperyalizm Doğu Avrupa’dan Balkanlara, Kafkaslardan Orta Asya’ya, Baltık ülkelerinden Ortadoğu’ya kadar geniş bir coğrafyada devletsizleşmiş ulusal birimler buldu, ortaya çıkardı. Bu birimlerde 90’lar boyunca Ekim Devrimi öncesindeki siyasal sistemlere dönüşler yaşandı. Bulgaristan gibi kimi yerlerde kraliyet aileleri (II. Simeon) yönetime geri geldi, Kazakistan gibi kimi yerlerde ise saltanat bizzat sermaye siyasetçileri (Nazarbayev) arasından çıktı. Ama dönem cumhuriyet gibi emekçi halkın da yönetime “katıldığı” bir tarza değil, daha çok monarşik, kraliyetvari, sultanlık tarzı yönetimlere açıktı. Bu yönetsel değişimi siyasi aklı dağılmış emekçi kitleler de sevdi, özümsedi ve hatta geçmişe öykünen heybetli/güçlü hanedanlıklarla gururları okşandı. Emekçi sınıfların siyasi geri çekilişi bu geniş coğrafyada yönetsel olarak cumhuriyete olan gereksinimi azalttı. Bu sürecin, yani cumhuriyete olan yönetsel gereksinimin azalmasının dönüp dolaşıp Türkiye’yi bulmaması imkansızdı. 

Türkiye’de cumhuriyetten saltanatvari bir yönetime geçiş için uygun bir zamana ve toplumsal atmosfere ihtiyaç vardı. İşte yıllardır aranmakta olan o atmosfer AKP iktidarı ile kapıyı çaldı. Osmanlı hanedanını geri getirmek mümkün değildi belki ama yeni bir hanedan/saltanat kurmak mümkündü. Emekçi sınıfların siyasete öyle ya da böyle ağırlığını koyduğu bir dönemin, aklın, zihin dünyasının parçası olan cumhuriyet ve cumhuriyet fikri bitmeliydi. 

Ama saltanattan cumhuriyete geçiş devrimci bir dönemin parçasıydı ve ister istemez bazı psikolojik eşikler aşarak/kurarak ortaya çıkmıştı. 2005-2015 arası yaşananlar işte bu eşiklerin tek tek aşılması ya da aşındırılmasıdır. Öte ayndan sermaye sınıfını işaret eden onca belirtiye rağmen tasfiye sürecinin öznesi belirsiz kalabiliyor. Açıkcası kalması da tercih ediliyor. Burada devletin ve özellikle 1980 askeri darbesinin “Atatürkçülük” vurgusu ve Kürt hareketinin solda perçinlediği ideolojik format fazlasıyla rol oynadı. Açıkcası 12 Eylül sonrasında (ve belki de öncesinde) sol cumhuriyete karşı “yeterince” duyarsızlaşmıştı. Siyasete ve topluma sınıfın gözüyle bakmamakta direnen Türkiye solu, Cumhuriyet’i sınıflar mücadelesinin bir sonucu, uğrağı olarak değil de sınıflar üstü bir “aklın” kurumsallığı olarak görme eğilimindeydi. Ayrıca 12 Eylül’de ve sonrasında yaşanan dönemde bu görüşü destekleyecek malzeme de bol bol bulunuyordu. İşte tam da bu nedenle 2000’lere gelindiğinde cumhuriyetin tasfiyesine sol bir anlamda hayırlı bakıyordu. Sermaye sınıfını sorumlu tutabilecek tek öbek de süreçten sermayeyi ayırıyordu.

Tasfiye sürecinin öznesinin sermaye hem de büyük sermaye olduğu hiç mi hiç tartışılmadı. Tam tersine büyük sermaye denilen toplamın bu sürece ayak dirediği işlendi. Üstüne, tasfiye sürecindeki psikopolitik müdahaleler de sürecin öznesini belirsizleştirdi. Meselenin kontrgerilla ile muhafazakar demokratlar arasında olduğu düşünüldü. Ya da meselenin kimliklere özgürlükler tanımaya çalışanlar ile eski düzeni tutmaya çalışanlar arasında olduğu düşünüldü. Siyaset bir düşünme biçimidir demiştik. Tam da bu düşünme biçimleriyle psikopolitika tasfiyede etkili oldu. 

İktidar solun bu özelliklerini kendi lehine sıkça kullandı. Tasfiye sürecindeki hemen her adımında solun bir grubunu arkasına almayı başardı ama daha büyük bir kesimi de ketleyebildi. Yani askerin gücünün budanmasını ya da Kürt halkına verilecek hakları işaret ederek solu arkasına alırken sermaye aklını da toplumun muhakemesinden kaçırabilmiş oldu. Cumhuriyet ve cumhuriyet karşıtlığı sınıfsal aidiyeti olmayan meseleler olarak kaldı. 

Hâlbuki Cumhuriyet boyunca Türkiye’de cumhuriyet karşıtlığının siyasi ve ideolojik taşıyıcısı, adresi hep sermaye sınıfı olmuştur. Sosyolojik bir arkaplandan bahsetmiyorum, siyasi bir arkaplandan bahsediyorum. Ama cumhuriyet karşıtlığı için mutlaka sosyolojik bir arkaplan gerekiyorsa o arkaplan Kayserili, Konyalı, Adanalı tüccar, fabrikatör, yatırımcı, büyük toprak sahibi kadar İstanbullu, İzmirli büyük sermaye sahiplerinde de bulunabilir. Kriter rakı kadehi değil emekçi halka biçilen yönetimdir. Ve o yönetim ister rakı içilirken biçilsin isterse hac dönüşü, Türkiye sermaye sınıfı için az ya da çok ortak ve tektir. Cumhuriyet sermaye sınıfı için gereksiz yere ileri gidilmek zorunda kalınmış bir yönetim biçimiydi. Mutlaka geri dönülecekti. İlk fırsatta…. Öyle de oldu.

Sürecin uzun, çetrefilli ve çeşitli akıl oyunlarına, psikolojik girdilere, yürekleri ağızlara getiren anlara ya da kitlesel duygu sellerine dayanmasını ise Cumhuriyet’in Osmanlı’dan ve tüm geri üretim ilişkilerinden kaçarken ileriye gitmesinde bulabiliriz. Cumhuriyet, Osmanlı’ya dönmemek için mecburen fazla ileriye gitmiştir. Yani toplumsal yaşantının hemen her alanında yapısal dönüşümleri zorlayan bazı radikal adımlar atmıştır. Atmıştır ama sınıfsal öz, ağırlığını çok çabuk hissettirmiştir. İleriye gitme hali için dönüş noktası 1930’larda bulunabilir. Hatta öncesinde. Kurucu enerji geri çekildikçe de (ya da burjuvaziye rağmen burjuvazi için fazla ileri gitmek zorunda kaldığı sınırlarına çekildikçe) sınıflar üstü görünen bulanıklığı dağılmış ve Cumhuriyet meselesinde ana yönelim 1930’lardan itibaren az çok netleşmiştir. Mesela bu netlik sayesinde Almanya’ya 2. Dünya Savaşı arifesinde hızla yanaşılmıştır. Bu netlik sayesinde savaş sonrası dünyaya hızla ayak uydurulmuş, Amerikan hegemonyası selamlanmış ve ilk fırsatta mesela Kore’ye asker gönderilmiştir. Bu sınıfsal netlik sayesinde daha Cumhuriyet kurulmadan hızlıca anti-komünist pozisyonlar alınmış ve uygun zamanlarda milliyetçi/dinci tahkimatlar yapılmıştır. Sermaye sınıfının cumhuriyete dair siyasi ve ideolojik yönelimi her uğrakta kendini belli etmiştir. 1930’lar, Menderes dönemi, Demirelli gelgitler ve Özal dönemi hep sermaye sınıfının bu ileriye gitme halini kemirmesinin provaları ile doludur. Üzerine işçi sınıfının örgütlü siyasi arayışlarının 1960-1980 arasında yükselişi de eklenince durum netleşmiştir. Sermaye sınıfı için cumhuriyet tam bir gereksizlik halini almıştır. 

Öte yandan, çok az vurgulanıyor, unutulmamalı: Cumhuriyet aynı zamanda Osmanlı’dan devralınan sınıflar mücadelesinin bir sonucudur. Yani bir anlamda cumhuriyeti dayatan unsurlardan birisi de kısıtlı bir alanda varolan, ama öngörülen gelecekte mutlaka varolacak olan işçi sınıfıdır. Türkiye coğrafyasına hakim olacak olan daha geri bir üretim ilişkileri örgüsü Kemalist kadrolara asla ve asla cumhuriyeti düşündürmezdi. Parlamenter monarşi yeter de artardı bile! Ama Osmanlı öyle ya da böyle kapitalistleşmekte yol alımıştı ve Türkiye’yi içinde bulunduğu coğrafyada, zaman dilimi içinde tutundurabilecek olan geriye değil ileri olana açılmasıydı. Bu anlamda cumhuriyet kararında üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran sınıf kadar işçi sınıfı da vardı. Cumhuriyet sadece sermaye aklı ile değil onun kadar ve hatta ondan daha fazla işçi sınıfı gölgesi ile kurulmuştur. Cumhuriyet, bir sınıfın bir diğer sınıftan duyduğu belli belirsiz çekincenin bir sonucudur da. 

Sermaye sınıfı ele gelir hale geldikten hemen sonra emekçi halka fazladan alan açan her gereksiz düzenlemeden kurtulmaya çalışmıştır. Örneğin kendisine rol modeli olarak halkçı yanı hiç olmayan, girişken, atak, dini bütün, vatanperver, bağnaz, bencil ve narsistik Amerikan sermayesini seçmesi tesadüf değildir. Velhasıl Cumhuriyet boyunca cumhuriyet karşıtlığının sahibi bellidir ve farklı siyasi taraflarıyla sermaye sınıfı bunu belli etmekten hiç çekinmemiştir. Ve uzun yıllar gelgitler, tereddütler yaşadıktan sonra işçi sınıfının siyasi ve toplumsal olarak geri çekilmesiyle ihtiyaç duyulan zaman ve atmosfer ortaya çıkmıştır. 2000’lerde tasfiye fırsatı bir kez daha, ama bu kez çok daha güçlü olarak doğmuştur. Ne yazık ki büyük bir kesim bu süreci elinde pop-korn ile izlemiştir.

Sıkıcı reklamlar

Egemen sınıf ilk fırsatta geri bir yönetsel siyasi yapılanmayı yeniden kurdu. Bugünkü Osmanlı hezeyanlarının bir yanı buradadır. Cumhuriyeti tasfiye ettiler. Hatta tüm bir Cumhuriyet tarihi, cumhuriyetin tasfiyesi ya da tasfiye girişimleri olarak da görülebilir. Ama öncekiler prova, AKP dönemi ise büyük ve görkemli gala! Bu galada sermaye sınıfı her tür travmasını, arayışlarını, arzularını AKP ile topluma ve coğrafyaya boca etti. Emekçi yığınların kaygı, endişe ve zihin dünyaları ile oynadı. Ve yol  aldı. Bu yolda ise dile getirilen yanları ve dile dökülmeyen ama duygularla yaşanan yanlarıyla psikolojik dönemeçler kritikti. Irak tezkeresinin mecliste çakılması, çuval hadisesi, AB müzakereleri, Hrant Dink’in öldürülmesi ve ardından yaşananlar, e-muhtıra, Dolmabahçe görüşmesi, Ergenekon süreci, haham Tuncay, Oslo görüşmeleri, barış süreci, Anayasa Mahkemesi kapışmaları, başörtüsü kararları, Habur, komşularla sıfır sorun, Cumhuriyet mitingleri, one minute vs. vs.

Hatta söylenebilir ki bu süreç baştan sona psikopolitik bir muharebeydi. Eldeki veri yeterli olmamakla birlikte bu dönemde sistematik bir süreç yürütüldüğü düşünülebilir. Muhtemelen AKP bu tasfiye için merkezinde Fethullahçıların olduğu ama uluslararası bağlantıları da olan bir ekipten toplum psikolojisi konusunda danışmanlık aldı. Özellikle Hrant Dink’in öldürülmesinden itibaren atılan her adımda kullanılan siyasi söylemler ve açılan başlıklar profesyonel bir toplum psikolojisi danışmanlığını çağrıştırıyordu. Türkiye, 2005 ve hemen sonrasındaki izleyen yıllarda neredeyse bir tür psikoloji laboratuvarına dönüşecekti ve muhtemelen bu laboratuvarın danışmanı/yürütücüsü emperyalist merkezlerle de bağlantısı olan bir ekipti. Aklı ise sermaye sınıfının aklıydı.

Mekanik bir işleyişten bahsetmiyorum. Toplumdaki tarihsel ve güncel siyasi eğilimleri, duyguları, bilinçdışı meseleleri toplum psikolojisine dayalı bir danışmanlıkla yürütmekten bahsediyorum. Sonucu gözlemleyip yeni adımlar atmaktan ve bunu yaparken danışmanlığın devam etmesinden bahsediyorum. Öyle ki örneğin şu iki başlıkta süreç hiç yalpalamadı: Anti-komünistlik ve sınıf düşmanlığı. Bir laboratuvarı andıran süreç işlerken ve sermaye iktidarı cumhuriyet ile açık ve örtülü hesaplaşırken anti-komünistlik ve sınıf düşmanlığı konusunda hiç tökezleme olmadı. En küçük bir alan açılmaması için bu iki konuda çok nettiler. Sola, işçi sınıfı mücadelesine çıkabilecek her tür cumhuriyet meselesine saldırdılar. Gerisine değil. Bu konularda ve sürecin işleyişi, öznesi, hedefi konusunda aklı karışan ise “muhalefet”ti. Ve bu karışıklıkta psikolojinin özel bir yeri vardı. Bu kanalın tuttuğunu da iktidar muhtemelen yakından gözlemliyordu.

Meseleyi baside indirgemek istemem ama toplum psikolojisine dair danışmanlık için emperyalist birçok kurum, vakıf ve kuruluşun yeterli donanımı zaten bulunmaktaydı. Bu kurumlar hem Amerika Birleşik Devletleri’nde hem de Batı Avrupa ülkelerinde özellikle 1970’lerden bu yana toplum psikolojisini işleme, anlama ve yönetme konusunda çalışmalar yapıyorlardı. 1990’lar boyunca ise reel sosyalizmin çözüldüğü bölgelerde deyim yerindeyse sayısız operasyon yürüttüler. Etnik kökenlerin kaşınması, ulusal hesaplaşmaların yeniden canlandırılması, grup içi dinamiklerde kimlik ve aidiyetin nasıl ortaya çıktığının görülmesi için parçalanan Yugoslavya, Kafkas coğrafyası (özellikle Gürcistan), Baltık ülkeleri eşsiz birer deney ortamı sağladılar. Muhtemelen bu coğrafyalarda edinilen psikopolitik bilgi ve deneyim liberallerin kullandığı fonlar aracılığıyla Avrupa’dan ve Fethullahçılar aracılığıyla da ABD’den Türkiye’ye taşındı. Cumhuriyeti sıkıcı reklamlardan ibaret bir arıza ilan etmek için…

Psikopolitik manevralar

Tasfiye sürecinde farklı mekanizmalara sahip sistematik bir psikopolitik sürecin işlediğini söylemek gerekiyor. Hatta açılan bazı başlıklar öylesine kitabiydi ki neredeyse konuyla ilgili kitaplardan satır satır, paragraf paragraf alınıp işlendikleri oluyordu. Ama özellikle bazı başlıklar öne çıktı. Birbirinin içine geçen bir sırayla büyük grup kimliğinin parçalanması, mağdurluk ve mazlumluk, bölme ve yansıtma, seçilmiş travmaların gündeme getirilmesi, geçmişin yüceltilmesi ve travmatik kaybın icadı, tümgüçlü/yenilmez bir liderin işlenmesi, geçmişle duygusal bağı olan sembollerin işlenmesi ve yeni ritüel ve mitlerin inşası. AKP iktidarı, yol alırken tüm bunları ve daha fazlasını dönem dönem dozunu arttırarak kullandı. Bu çok başlıklı süreci bazıları AKP’nin duygu siyasetinde özel bir donanıma sahip olması olarak görürken bazıları ise AKP ile insanlık repertuarındaki tüm psikolojik sahneleri yeniden yaşadığımızı söylüyor. Bu çok çeşitliliğe vurgu yaparak. Süreci cumhurbaşkanının kişiliğinde temsil olan özelliklere indirgeyen yaklaşımları bulmak da artık çok yaygın. Özellikle Batı Avrupa kökenli çözümlemelerde bu kişiselleştirmenin tercih edildiğini de geçerken not etmek isterim. 

Ama öyle de olsa böyle de olsa tasfiye sürecinde ve ardından gelen 15 Temmuz, başkanlık sistemi gibi süreçlerde AKP’nin söyleme, toplum psikolojisine ve duygulara özel bir anlam verdiği konusunda genel bir ortak kanı var. Bu ortak kanı ne yazık ki sürecin öznesini yine sınıflar üstü görmekte de birleşiyor. Sermaye sınıfının yerini, sürece dair psikopolitik çözümlemelerde bulmak mümkün olmuyor. 

Öte yandan yukarıda işaret ettiğim psikopolitik yelpazenin bileşenleri farklı dönemlerde, farklı dozlarda kullanıldı. Örneğin 2010’a kadar psikopolitik müdahaleler daha çok mağdurluğun ve mazlumluğun öne çıktığı bir söyleme dayalı iken 2010 sonrasında giderek seçilmiş travmaya dayalı bir söylem ve mitik bir güçlü geçmiş tasarımı öne geçti. Kimi zaman kaygı ve korku gibi duygular önplana çıkarken kimi zaman paranoya gibi düşünsel göndermeleri daha belirgin özellikler yer aldı. İktidar tüm bu dönemler boyunca farklı müdahaleleri denedi. Hem sembollere yöneldi hem de söylemlere. Örneğin resmi bayramları önemsizleştirmeye çalıştı ve Kurtuluş Savaşı zaferleri yerine Çanakkale ve Sarıkamış’ı öne çıkarmayı denedi. Ulus-devlet artığı resmi bayramlar önemsizleşiyor diye sevinen liberaller denenen yeni ritüellere gözlerini kapadılar. Ulusalcılar ise en küçük işarette normalleşme arayıp kaygı ve telaş içinde ketlenip kaldılar. İktidar ise denedi: Dönem dönem Cumhuriyet’in harf devrimi gibi erken dönem uygulamaları karşıya almaya çalıştı ama tutmadığı yerde çok da üstüne gitmedi. Örneğin Osmanlıca konusundaki denemeler muhtemelen karşılığı olmayınca geri çekildi. 

Bu psikopolitik müdahale ve manevraların bazıları ise yakından bakılmayı hak ediyor. Bu nedenle tasfiye sürecinde iktidar tarafından etkili biçimde kullanılan bazı psikolojik başlıkları ve işleyiş mekanizmalarını daha detaylı ele almaya çalışacağım.

Bazı ayrıntılar

Büyük grup kimliği Cumhuriyetin tasfiyesinde cumhuriyetçi grup kimliğinin tartışmaya açılması farklı dönemeçlerde yeniden ve yeniden gündeme girdi. Büyük grup kimliği geçmişten bizlere aktarılan, istemesek de dahil olduğumuz, her toplumda hazır bulunan bir paylaşımdır. Yani zihinsel olduğu kadar tarihsel ve coğrafi bir yanı vardır. Ortak bir başlangıç mitinin ve paylaşılan diğer olayların, savaşların, göçlerin, anlatıların, kayıpların ve zaferlerin sonucudur. Kimlik, sınıfları dikine kesen bir yayılıma sahiptir. Pek dile getirilmez ama emekçi sınıfların zihnini egemen sınıfın aklına bağlar. Bu grup kimliği tek tek her bireye seslenir, seslenirken de farklı sınıflara dağılmış grubu birbirine eşitler, daha doğrusu egemen sınıfın düşünce dünyasında birleştirir. Emekçiler semboller, anlatılar, anmalar ve hatta renkler, şekiller üzerinden birbirlerine ve egemen sınıfa bağlanırlar. Kimlik koruyucu, kollayıcı ama varlığı çok da sorgulanmayan, doğal olarak varolan bir çadır gibidir. Öte yandan tek tek bireyler büyük grup kimlikleri tehdit altında olmazsa genelde onunla çok fazla ilgilenmezler. Kimliği sadece yaşarlar. Gerçek ya da olası tehditler ortaya çıktığında ise hem kimlik daha önemli ve yaşamsal hale gelir hem de çadırda yırtılmalar, sarsılmalar, parçalanmalar ortaya çıkar. Bu tür parçalanmalar hem grup kimliğini önemli hale getirir hem de onarma arayışlarına yol açar. Grup kimliğinin sorgulandığı kesitlerde ise parçalanma kaçınılmaz hale gelir. Bu tür dönemlerde grubun tüm özellikleri tek bir lidere daralabilir.

AKP siyaseti, Cumhuriyet ile sembolize olan büyük grup kimliğinde, o kimliğe ait sembollerde sorgulamalara, yırtıklara ve parçalanmalara yol açtı. Zaten cumhuriyet tarihi boyunca bu kimlik sermaye sınıfının siyasi arayışları ile hırpalanmıştı ama AKP ile yırtılmaya, parçalanmaya başladı. Özellikle liberallerle ve Fethullahçılarla ittifak kurulan dönemde büyük grup kimliğini oluşturan tüm başlıklarda süreklileşmiş aşındırma denemeleri yapıldı. Tüm Cumhuriyet dönemi bir mağdurluklar geçidi olarak yeniden işlendi. Büyük grubun içinde asla bir araya gelemeyecek “biz”ler ve “onlar” olduğunun altı çizildi. Bu duygu yoğun taraflaşma (psikolojide bölme olarak geçer) siyasette de alan açtı. Örneğin Dersim için yapılan özür açıklamasında kurucu önderlere hiç atıf yapılmazken bugünün CHP yönetimi sıkıştırılabiliyordu. Ya da örneğin “monşer” tanımlaması, tarihsel ve güncel kötü her şeyin yansıtılabileceği, yüklenebileceği hayali bir kesim yaratırken “kökü dışarıda” olarak solu da işaret ediyordu. Elitler, monşerler zaten sosyal-demokrattılar, her halükarda solcuydular ve tabii ki mazlum millete karşı on yıllar boyunca zalimdiler, umursamazdılar. Milletin değerlerini ahıra çeviren bir kesimdi işte onlar! Siyasette bu psikolojik icra ve inşalarla yol alındı. Tabii ki “iki ayyaş” örneğinde hatırlanabileceği gibi bazen kantarın topuzunun kaçırıldığı anlar da oldu. 

Ancak burada önemli bir nokta daha var: AKP, kendi çadırını inşa ederken hem Cumhuriyet çadırından parçalar söktü hem de o çadırın yırtıklarını genişletti. Örneğin cumhuriyetin halkçı bir yanı olduğu bu kimliğin bir parçasıdır ve solu da kendisine bağlar. AKP özellikle bu halkçı özelliği mağdur edilenler üzerinden uzunca süre aşındırdı. Sol da bu aşındırmalarda deyim yerindeyse hep ketlenip kaldı. AKP’nin çok daha büyük bir halk düşmanlığı yaptığına ikna olamadı. Bu büyülenip kalmanın altında ise sınıflar üstü “ceberrut devlet” okumasının özel bir yeri var. Sol “mağdur” ile özdeşleşmekte ya da cumhuriyet kimliği ile olan bağını görerek suçlu hissetmeye (psikolojide buna yansıtmalı özdeşim denir) o kadar hazırdı ki AKP’nin neredeyse ekstra bir adım atmasına gerek kalmadı. Emekçi halka karşı her adımında solun bir bölmesini ve Kürt hareketini arkasında topladı.

Seçilmiş travma Tasfiye geçmişin travma olarak yeniden kurulmasına da dayandı. Siyasi çözümlemelere de artık yerleşen travma kavramı toplumsal anlamda kullanıldığında grup kimliğini de neredeyse ortadan kaldıran, grubun varoluşunu tehdit eden, göç, savaş, deprem, parçalanma, bastırılma gibi genellikle şiddet içeren, kayıpların olduğu bir olayı tanımlar. Şiddet ve kayıplar mutlak olarak ölümleri içermek zorunda değildir. Örneğin bir seçim yenilgisi ya da sembolik bir binanın, köprünün yıkılması da travmatik bir içerikle yaşanabilir. Aslolan varoluşu tehdit etmesi, grubun varlığını ortadan kaldırma olasılığı içermesidir. Bu tür olaylar toplumda, grubun içinde çaresizlik, korku, aşağılanma gibi derin duygular ortaya çıkarır. Olay ve duyguları grup kimliğinin bir parçası haline gelir. Yaşananlar geçmişte kalsa bile anısı, söylenceleri, yarattığı duygular ya da söze dökülmeyen izleri nesiller arasında aktarılabilir. Örneğin İzmir’in işgali gibi kuşaklar boyunca yeniden ve yeniden işlenebilir ya da mübadillerin tarihi gibi uzun yıllar üzerinde hiç konuşulmayabilir. 

Öyle de olsa böyle de olsa gruba ait kolektif zihnin bir bölümü o travmada takılı kalır. Yani yaşananlar, aktarılan duygular bir yere gitmez. Ve bazı koşullar altında bu travma ve ilişkili olduğu semboller, duygular, düşünceler güçlü biçimde yeniden ortaya çıkabilir. 2000’ler boyunca da Türkiye’de toplumun farklı kesimleri hem grup kimliğini sorguladı hem de travmatik geçmişe gidip gidip geldi. Ama iktidar travmalar içinden bir travma seçti.

Türkiye toplumu için seçilmiş travma nedir sorusuna herhalde tek bir yanıt verilemez. Türkiye ve coğrafyasındaki egemen sınıflar ve aynı zamanda emekçi sınıflar 1827 ile 1923 arasında, neredeyse bir yüzyıl boyunca sürekli olarak kayıplar, savaşlar, göçler ve yok olma tehdidi ile yaşamıştır. Bu anlamda en önemli travmanın “başka güçlü devletler tarafından parçalanmak, yok edilecek hale gelmek” olduğu söylenebilir. Cumhuriyet, bu dönemin üzerine kurulmuştur ve onarıcı bir kimlik de oluşturmaya çalışmıştır. Ancak özellikle egemen sınıf bu travmayı (imparatorluğun yıkılışı, kudretin elden kayıp gitmesi, kurtlar sofrasına düşmek) Cumhuriyet tarihi boyunca hep gündemde tutmuştur. Cumhuriyet onarımını hep yetersiz görmüş ve hatta cumhuriyeti sözkonusu travmanın bir bileşeni olarak da işlemiştir. Cumhuriyet yönetimi, toplumsal yaşamda atılan adımlar hep “bünyeye yabancı” ya da “köklerimizden koparıcı” olarak işlenmiştir.

Egemen sınıfların seçtiği bu travmayı ve etrafında derin/köklü duygularla örülen söylemi Cumhuriyet tarihi boyunca siyasetin içinde bulmak mümkün. Ama bu travma AKP tarafından daha kapsamlı ve istikrarlı olarak kullanmıştır. Öyle ki neredeyse Cumhuriyet tarihi popüler ve resmi dilde yeniden yazılmıştır. Yazılırken de denklem “zalim Batı” ve “mazlum Türkler/Osmanlı/müslümanlar” olarak kurulmuştur. Cumhuriyet ise bu dönemde Batı hanesine ait bir ihanet olarak yazılmıştır. Türkiye’nin yaşadığı tüm sıkıntılar cumhuriyet yönetim biçimine, geçmişten kopuşa, öze yabancılaşmaya dayandırılmıştır. Tam anlamıyla mitik bir söylem inşa edilmiştir. Cumhuriyet sürecinde kapitalizmin işleyişi için atılan her yapısal adım “ecdadın mirasından” kopuş, Batılılaşma (tek dişi kalmış medeniyet) olarak söylemleştirilmiştir.

Bu sayede örneğin cumhuriyet ile kurtlar sofrasının sahibi Batı aynı ve bir olarak gösterilmiştir. Aynı anda kapitalizmin, yaşanan zorlukların üretim ilişkileri ile olan bağlantısı da derinlere gömülebilmiştir. Emekçi kitlelerin de kolektif zihninin parçası olan kaygı, öfke, endişe dolu duygular “görkemli geçmiş/ecdad” ile hızlı ve etkin biçimde giderilebilmiştir. Bu hız ve etkin işleyiş açıkcası travmanın AKP tarafından halen kullanılmasını da yanıtı olarak görülebilir. Seçilmiş travma etrafında kurulan bu siyasal söylem uzun bir süredir, siyasi başlıklar değişse de her koşulda çok tutmaktadır. 

Ancak bir söylemin, seçilmiş travmanın işlenebilmesi için nesnelliğin de uygun olması gerektiğini belirtmek gerekiyor. Nesnellik derken emekçi kitlelerde kaygı, korku, endişe yaşatacak bir nesnellikten bahsediyorum. Siyasi iktidar mitik bir kayıp olarak seçilmiş travmayı ve yeniden diriltilmesi gereken şanlı geçmişi işleyebilecek nesnelliği tasfiye dönemi boyunca bol bol buldu. Kapitalist Türkiye büyüdü, milyonlarca insan kentlerde üretim araçları mülkiyetinden yoksun işçilere dönüştü, savaşlar, savaş tehditleri ve göçler yaşandı. Evet, toplumsal zenginlik arttı ama hem zenginliğin üretimi hem de bölüşümü gündelik yaşama daha fazla kaygının salınmasını sağladı. Kaygı ise travmanın yüzeydeki duyguları hızlıca yatıştıran bir tarzla işlenmesini ve şanlı geçmişe referans verilmesini kolaylaştırdı. 

Tam da bu dönemde yaşanan bir gelişme daha seçilmiş travmaya dayalı psikopolitik müdahaleleri kolaylaştırdı: emperyalist sistemdeki belirsizlikler, çatlaklar ve artan rekabet. Türkiye’de sınıf mücadelesinin artan dozu ve emperyalizmin iç sıkıntıları iktidara hem içeride hem de dışarıda alan açtı. Bu nesnellik unutulduğu ya da önemsiz görüldüğü sürece ise geriye liderin büyüleyici gücü ve uyutulan/arzusuna koşan kitleler kalıyor. Bu nedenle vurgulamak gerekiyor: İktidar bu muharebede hem gericiliği yeniden kurdu ve sermaye sınıfının emperyal vizyonuyla uyumlulaştırdı hem de karşısına dikilen ve aslen işçi sınıfına ait olan cumhuriyetçi fikri yeniden ve yeniden böldü, parçaladı, değersizleştirdi. Ve bu ikisini yaparken etrafında toplandığı liderin kişiliğinin kimi özellikleri ile Türkiye kapitalizminin kimi temel psikolojik özellikleri çakıştı.

Bu manevralar neden ve nasıl tuttu?

Örnekler, mekanizmalar ve işlenen duygular, bilinçli ve bilinçdışı malzemeler çoğaltılabilir. Ama sonuç ortada. Türkiye sermaye sınıfının ihtiyaçları ve yüzyıllık arayışları doğrultusunda dönüştürüldü. Olmaz gözüyle bakılan birçok olay yaşandı, birçok psikolojik eşik aşıldı. Artık sermaye düzeni olarak toplumsal ve yönetsel anlamda başka bir yerdeyiz. Öte yandan unutmamak gerekir ki özellikle 15 Temmuz öncesi dönemde Fethullahçı toplam tüm bu psikolojik müdahaleleri AKP’ye karşı Türkiye’ye yön vermek üzere kullanmaya da çalıştı: 17-25 Aralık’ta yayınlanan ses kayıtları, Fuat Avni hesabı üzerinden saçılan bilgiler tuhaf, sıradışı örnekler olduğu kadar psikolojik bir operasyonun da parçasıydı. Ancak burada duruyorum.

Yine de geriye bir soru daha kalıyor. Aslında uzaktan bakacak olursak AKP’nin Cumhuriyet tarihi boyunca az ya da çok dile getirilen siyasi söylemleri son 20 yılda yeniden işlediğini görebiliriz. Yani ortada çok da özgün ve yeni bir katkı olmadığı da düşünülebilir. Peki, bu müdahale, tasfiye neden bu dönemde tuttu?

Nesnelliğe ara ara değindim: Kapitalizmin yol almasına, ortaya çıkan demografik değişime ve milyonlarca insanın proleterleşmesine. Bu süreç, yani Cumhuriyetin tasfiyesi iki sınıf açısından farklı yaşandı. Sermaye sınıfı AKP ile deyim yerindeyse “şahlanıp” eski korkularından emperyal hayallere atlarken büyük kentlerde yığılan geniş ve genç bir emekçi toplamı ise belirsizlik, güvencesizlik, artan gündelik tehditlerle seçilmiş travmaya, yeni icat olunan büyük grup kimliğine, yansıtma ve özdeşime daha çok teslim oldu. Cumhuriyetin tasfiyesi için bu toplumun ayarlarıyla oynanması gerekiyordu ve oynandı da. Bu konuda gazetelerden dizilere, liberallerden siyasi iktidara çok sistematik bir çaba gösterildi. Tüm bu süreç boyunca sermaye sınıfı içeride ve dışarıda, dört bir kıtada sürekli kazanıyordu. Tasfiye, sermaye sınıfına daha büyük kazançlar getirdi. Sürecin onca badireye rağmen yürümesi kazancın sabit olmasına bağlıdır. Ayrıca tasfiye ile ortaya çıkan yeni büyük grup kimliği (yeni Osmanlıcılık) geniş bir emekçi kesimin zihnine bir parmak bal sürülmesini de sağlıyor. Daha ne olsun ki! 

Öte yandan yazı boyunca ara ara değindim. AKP cumhuriyet konusunda topluma ve özelde de sola seslenmeyi de başardı. Bu başarıda en büyük pay liberal sol ve Kürt hareketinin yarattığı tahrifattadır. Ulusalcı solu ayırmıyorum ama bu iki unsur özellikle 12 Eylül’den itibaren solda cumhuriyet fikrinin aşınması, değer kaybetmesi ve en azından sorgulanması için sistematik bir çaba yürüttüler. Deyim yerindeyse, AKP daha iktidara gelmeden önce bu iki öbek, cumhuriyet tarihini zaten yeniden kurmuştu. Buna göre kuruluş ve kurtuluş bir yalandı, Cumhuriyet her kesimi mağdur etmişti, üstten ve halk karşıtıydı. Sınıflar üstü bu tarih anlatısı solda ulusalcı anlatı kadar ve hatta daha fazla egemen hale gelmişti. İktidar, soldaki bu cumhuriyet anlatısının üstüne yerleşmekte ve onu zaman zaman kullanmakta hiç zorluk çekmedi. Siyasi iktidar, Osmanlı’yı yüceltip Cumhuriyeti değersizleştirirken bir tek kendi siyasi geçmişinden değil bu iki kesimden de beslendi. Cumhuriyete dair tarih yazımı öyle bir noktaya geldi ki açık ve net bir Fetullah operasyonu olan Taraf Gazetesi üzerinden sol, iyi bildiği kendi tarihine dair bile şüpheler geliştirdi. Cumhuriyet tasfiye edilirken solun da kendi kimliğini şüphe, kuşku ve korku ile yeniden sorgulaması müdahalenin ulaştığı yerleri hatırlamak açısından önemlidir.

Tüm bu süreç boyunca ise sermaye sınıfı sürecin izleyeni gibi değerlendirildi. Kârlarını sürekli katlayarak arttıran bir sınıfın itirazı olabilir miydi? İtirazı olduğu düşünüldü. İtirazı olduğu umut edildi. İtirazı olduğu fantazisi anlatıldı. Ama kitleleri sermaye düzeninin büyüyüp gelişmesine ikna eden, öyle ya da böyle yanına çekmeyi başaran ve işçi sınıfının gündelik tepkilerini kendi söylemi içinde eriten bir lidere “elitlerin, monşerlerin, patronlar kulübünün” itirazı olabilir miydi? 

Olmadı. Tam tersine süreci bazen endişe ile izlediler ama endişeleri emekçi sınıfların zihninde sola, komünist siyasete yer açılmasına dairdi. Yoksa süreci hep yönettiler, hep onayladılar. İktidarın aşırılıklarından değil emekçi sınıfların düzenden kopmasından korktular. Bu nedenle reklam arasının uzamasını değil bir an önce bitmesini istediler. Biterken de senede bir Cumhuriyet Bayramı reklamı yayınlamayı ihmal etmediler. 

Kaynaklar

[Doğrudan alıntı yapmamakla birlikte yazıyı hazırlarken baktığım bazı kitaplar ve makaleler]

Bärbel Wardetzki, Narsisizm, Ayartma ve İktidar - Siyasette ve Toplumda, çev. Kerem Cankoçak, İletişim Yayınları, İstanbul, 2. Baskı, 2018.

Berkant Sağır, Tolga Binbay, Hep Diken Üstünde: Kaygı ve Türkiye, Toplum ve Hekim. 2017, 32 (2): 108-112.

Cemal Dindar, Yeni Türkiye Sendromu - Tanıdan Tedaviye, Telos Yayıncılık, İstanbul, 2016

Christopher Caudwell, Ölen Bir Kültür Üzerine İncelemeler, çev. Müge Gürsoy Sökmen, Ali Bucak, Metis Yayınları, İstanbul, 4. Baskı, 2017  

Fethi Açıkel, Kutsal Mazlumluğun Psikopatolojisi, Toplum ve Bilim. 1996, 70: 153-198.

Kemal Okuyan, Türkiye’de Anti-Komünizmin Gelişiminde “Kuruluş” Uğrağı, Gelenek, 2011, 112.

Kemal Okuyan, Türkiye Solunun Yurtseverlik Sınavı, Yazılama Yayınevi, 1. Baskı, 2013.

Nagehan Tokdoğan, Yeni Osmanlıcılık: Hınç, Nostalji, Narsisizm, İletişim Yayınları, İstanbul, 3. Baskı, 2020. 

Tolga Binbay, Güç Belâ, Osmanlı, soL Gazete, 22 Aralık 2012.

Tolga Binbay, 15 Temmuz, Paranoya ve Anksiyete, soL Portal, 13 Ağustos 2016.

Tolga Binbay, Sonrası hep fars, hep fars: Liderler ve psikolojileri üzerine, soL Gazete - Gelenek, 3 Haziran 2020.

Vamık D. Volkan, Kan Bağı - Etnik Gururdan Etnik Teröre, Bağlam Yayınları, İstanbul, 1999.