'Türkiye toplumunun dinselleştirilmesi de; memleketin Amerikan karakoluna dönüşmesi de; yoksul halkın cahil bırakılması da; meclisin kara para babalarıyla, mafyayla ve tarikatların adamlarıyla dolması da; Türkiye sermaye sınıfının kar hırsı ve büyüme talebini politik olarak karşılama çabasının birer ürünüdür. Yakın tarih bunların özetidir.'

Liberalizm-AKP ilişkisinin tarihsel serüveni

Baştan belirtelim. AKP rejimi Türk liberalizminin politik evriminin güncel bir çıktısıdır. Tanzimat sonrası dönemle başlayan Türk liberalizminin tarihsel serüvenini burada genel bir teorik çerçeve içinde değerlendirmeyeceğiz. Ancak AKP’nin ideolojik-tarihsel varoluşu ile liberalizmin bütün kesişme noktalarını ve ilişkilerini saptayacağız.

Bugün liberallerin AKP’ye yönelttiği bütün eleştiriler dönemsel ve biçimsel niteliktedir. Bu nedenle liberalizm merkezli AKP eleştirilerİ esasen sahtedir. Çünkü AKP’nin AKP olmasında liberallerin katkısı tartışmasızdır. Liberallerin, AKP’nin ideolojik-tarihsel konumlanmasıyla hiçbir sorunları yoktur. Ayrıca AKP pratik politik konumlanışı itibariyle de liberalizmin doruğudur.

İşte bu olguların tarihsel köklerini ve parametrelerini değerlendireceğiz.

***

Her şey sınıfsal ve tarihseldir. Liberalizm, sermaye sınıfının ideolojisidir ve liberalizm de tarihseldir. 1908’den 1923’e kadar devrimci bir atılımı temsil eden Türk liberalizmi, özellikle genç Türkiye sermaye sınıfının palazlanması ve büyük toprak sahibi sınıflarla uzlaşmasıyla birlikte devrimci niteliğini bütünüyle kaybetti.

Cumhuriyet Devrimi’nin ilerici yasaları Türkiye sermayesinin büyüme talebiyle uyuşmuyordu. Genç Türkiye Sermaye sınıfı, uluslararası tekellerle iş yapmayı arzuluyordu, Cumhuriyet’in ilerici refleksleri de işine gelmiyordu. Kısa bir süre içinde egemen sınıflar ilericiliğe karşı toptan bir hesaplaşamaya girişti.1

Komünizme karşı; Türkiye sermaye sınıfının da büyük bir iştahla katılacağı, uluslararası emperyalist kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda, 2. Dünya Savaşı sonrası ABD’nin önderlik edeceği “yeni bir dünya” kuruluyordu. Türkiye sermaye sınıfı Demokrat Partisi’yle ve CHP’siyle “yeni dünyada” yerini almak istiyordu.

Belirtmekte fayda var. Bu dönem liberalizmin devrimci dönemi olan 1908 Hürriyet ve 1923 Cumhuriyet Devrimlerinden kökten bir kopuşu ve hesaplaşmayı da temsil ediyordu. 1945 sonrası ABD’nin Yeşil Kuşak tezgahında yoğrulan Türk liberalizmi, demokratik devrimci dönemin bütün kazanımlarına düşman oldu.

Sermaye sınıfının çıkarları göz önüne alındığında çelişik gibi görünen bu durum aslında ziyadesiyle yalındır. Kâr hırsı ve büyüme talebiyle Batı kapitalizmiyle bütünleşmek isteyen Türkiye sermaye sınıfı, Amerikan tekelleri öncülüğünde komünizme karşı başlatılan “soğuk savaşa” taraf olmak için elinden geleni yaptı. Bu uğurda Sovyetler Birliği’ne karşı NATO’nun ileri karakolu olma görevini üstlendi.

***

1945 öncesi başlayan ancak 1945 sonrası doruğa çıkan ve kurumsallaşan komünizm düşmanlığı, liberalizmi politik bir dönüşüme zorladı.

Liberalizm, AKP’nin ideolojik referansı olan İslamcılık ile bu tarihsel kesitte ilişkiye girdi. 1945 sonrası DP ile CHP dincileşme yarışına girişti. Köy Enstitülerinin kapatılması, ezanın Türkçe okutulması uygulamasından vazgeçilmesi ve tarikatların yeraltından çıkışı bu dönemin politik ürünleriydi.

Burada tarikatların yeraltından çıkışı olgusuna kısaca bir mercek tutmak gerekiyor. Cumhuriyet Devrimi sonrası yeraltına çekilmek zorunda kalan ve yaklaşık çeyrek asır boyunca önemli bir hareket alanı bulamayan tarikatlar (Nakşibendilik ve Nurculuk) Demokrat Parti(DP) aracılığıyla politik arenaya taşındı.

***

Türkiye sermaye sınıfının Amerikancılaşmasının en önemli politik sonucu Türkiye’nin NATO üyeliğiydi. Sovyetler Birliği’ne karşı emperyalist askeri bir örgüt olarak kurulan NATO, öyle göründüğü gibi sadece askeri bir örgütten ibaret değildi. NATO aynı zamanda kendine bağlı ülkelerin içlerine çöreklenmiş komünizmle mücadelenin de karargahıydı, kontrgerilla örgütlenmesiydi. İşte tarikatlar, yani İslamcılık burada devreye giriyordu. Türk liberalizmi, komünizmle mücadele için İslamcılığı panzehir olarak seçmişti. İslamcılık tarihsel olarak ilerlemenin karşısındaydı. Liberalizm bu “keşifle” bütün antikomünist çalışmaları, tabanda İslamcılara devretti. Tabi bu aşamada CIA şefleriyle Seferberlik Tetkik Kurulu elemanları komünizmle mücadele için sahayı beraber yönetiyorlardı.

Bakın oldukça çarpıcıdır. Fetullah Gülen bu konseptin ürünüydü. Gülen politik çalışmalarına NATO tarafından kurulan Komünizmle Mücadele Dernekleri’nde başlamıştı. Bugün, birkaç yıldır Gülen’e düşman olan AKP kadroları da bu derneğin tezgahından geçen Nakşibendi tarikatının içinden çıktılar.

Yine, kısaca ifade etmekte fayda var, Türkeş’in önderliğindeki MHP de bu dönemin ürünüdür. MHP 1968 kongresinde “İslam” açılımı yaptı. Turancılık olan politik hedefini “Türk-İslam ülküsü” olarak değiştirdi. MHP bu açılımdan sonraki süreçte komünizme karşı mücadelenin sokak gücüne dönüştü.

***

CHP burada özel bir değerlendirmeyi hak ediyor. Çünkü CHP, İttihat Terakki ile başlayan “Türk Burjuvazisi” yaratma2 ve yaratılan yeni sınıfın iktidarını kurma sürecinin en önemli öznesiydi. Daha önce belirttiğimiz gibi, özellikle 1945 sonrası CHP, Türkiye sermaye sınıfının taleplerini artık karşılamıyordu. Zaten DP de bu ihtiyacın politik sonucuydu. CHP her ne kadar DP ile dincilik ve Batıcılık yarıştırsa da egemen sınıfların yeni konumlanışına uygun bir politik form değildi.

Aslında CHP kuruluştaki ideolojik miadını bu dönemde tamamlamıştı. Daha sonra Altı ok’un yerini alacak olan sosyal demokrat ideolojik formasyon, bu dönemin zorunlu bir ihtiyacı olarak doğdu. Altıok’tan sosyal demokrasiye geçiş, CHP’nin Türkiye sermaye sınıfının ihtiyaçlarına göre yeniden biçimlenmesiydi.

DP ve ardından gelecek olan Adalet Partisi(AP) ile Anavatan Partisi(ANAP); komünizme karşı panzehir olarak belirlenen İslamcılıkla hiçbir kod uyuşmazlığı yaşamayan bir ideolojik formasyona sahip olmaları sebebiyle, Türkiye sermaye sınıfı için her zaman daha tercih edilir liberal partiler oldular. AKP ise bu geleneğin güncel sürümüdür.

***

2. Dünya Savaşı ile iyiden iyiye palazlanan ve palazlandıkça daha da iştahlanan Türkiye sermaye sınıfı 27 Mayıs sonrası gelişen toplumsal muhalefetten oldukça endişeliydi. İslamcılık ve “ülkücülük” toplumsal mücadeleyi bastırmak için yeterli gelmiyordu.

15-16 Haziran 1970’teki büyük işçi direnişinin ardından dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Memduh Tağmaç’ın “Sosyal uyanış, ekonomik gelişmeyi aştı.” açıklaması, sermaye siyasetinin olaylara bakışını özetliyordu. Komünizmle mücadele için daha sert ve kalıcı önlemler gerekiyordu. Tağmaç’ın açıklamasının ardından henüz bir yıl bile geçmeden 12 Mart faşist darbesi oldu.

12 Mart, 1945’ten bu yana Batı Kapitalizmi ile iç içe geçmek için memlekete ağır bedeller ödeten Türkiye sermaye sınıfının ikinci büyük politik hamlesiydi ama eksikti. Hala Batı kapitalizmiyle bütünleşmek için engeller vardı, hala “Sovyet tehdidi” ile birlikte Türkiye’deki komünist hareketin kitle gücü düzeni tehdit ediyordu ve hala “mevcut devlet ilişkileri piyasanın canlanmasına” izin vermiyordu. Toplumsal muhalefetin özgürlükleri bütünüyle kısıtlanmalıydı. Komünist ve ilerici hareketler ezilmeliydi. Devlet ekonomideki elini çekmeliydi. Piyasa özgürleşmeliydi(!)

12 Mart’ta yarım bırakılan “iş” 12 Eylül faşist darbesiyle tamamlanacaktı.

***

12 Eylül 1980, 1945’le başlayan, Türkiye sermayesinin Batı kapitalizmiyle bütünleşme programının en büyük hamlesiydi. Komünist ve ilerici hareketler ezildi. Grev hakkı yasaklandı ve işçi sınıfının bütün kazanımları hiç edildi. “Devletin ekonomik alandan çekilme” ve özelleştirme programı Turgut Özal’ın ANAP’ı tarafından uygulamaya sokuldu. Özal’la birlikte serbest piyasa “devrimi” yaşanıyordu. Ayrıca Özal kendinden önceki liberal siyasetçilere göre daha “Müslümandı”, Nakşibendi tarikatının yetiştirmesiydi.

1945 sonrası liberaller tarafından yeryüzüne çıkarılan tarikatlar, asıl palazlanmalarını 12 Eylül sonrasında yaşadılar ve siyasete doğrudan bu dönemde müdahil oldular. 12 Eylül faşist darbesi sonrası, 24 Ocak Kararlarıyla nasıl köklü bir liberalizasyon tesis edildiyse, tarikat örgütlenmelerinin yaygınlaşması ve tarikatların devlet örgütlenmesinin doğrudan bir parçası olmaları da köklü bir İslamizasyon tesis edildi. AKP rejimini yaratan ideolojik ve iktisadi ortamın asıl temelleri bu dönemde atıldı.

Meselenin anlaşılması için daha somut bilgiler de verelim.

12 Eylül faşist cuntasının başbakanı Bülent Ulusu, 1980 yılının başında Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş’ı Suudi Arabistan’a gönderdi. Yalçıntaş, Cidde’de İslami Kalkınma Bankası içinde bir enstitü kurdu.3 12 Eylül rejimi le İslamcılar iç içeydi. Aynı zamanda Yalçıntaş, Tayyip Erdoğan’ın da Milli Türk Talebe Birliği’nden hocasıydı. Yalçıntaş 2002 yılında da AKP milletvekili olarak meclise girmişti.

1983 Kasım’ında başbakan olan Özal da cuntanın kaldığı yerden İslamcılar ile ilişkiyi daha üst bir noktaya taşıdı. Özal’ın serbest piyasası aynı zamanda, geleneksel Türkiye sermeye sınıfını(TÜSİAD) İslami bir açılımla(MÜSİAD) genişletme eylemiydi. Özal başbakan olur olmaz, özel finans kurumlarına ilişkin eski yasalarda düzenlemeler yaptı. Faisal Finans ile Albaraka-Türk’ün kurulmasına izin verildi ve Türk İflas Kanunları’ndan muaf tutulmaları sağlandı.4 İleriki dönemde Özal ve Topbaş aileleri de Albaraka-Türk’ün ortakları arasında yer alacaktı.5 Mesele Albaraka-Türk’e gelmişken, bir şeyi daha eklemeden geçmeyelim. AKP’nin bugünkü Tarım Bakanı Bekir Pakdemirli, Erdoğan tarafından kabineye alınmadan önce Albaraka-Türk’ün yönetim kurulu üyesiydi.6

Görüldüğü gibi 12 Eylül faşist darbesinin ürünü olan serbest piyasacılık ve İslamcılık nikahının her girişimi güncel olarak AKP’ye çıkıyor.

Erdoğan’ın ideolojik-politik referans olarak Özal’ı ve Menderesi’i temel alması boşuna değildir.

Menderes’le başlayıp, Özal’la yükselen ve bugün Erdoğan’la devam eden politik çizgi bir bütünlüğün ifadesidir ve en önemlisi de, bu çizgi Türk liberalizminin pratik politik serüveninin kısa bir özeti gibidir.

***

Aslında şimdiye kadar işlediğimiz süreç, Türk liberalizmi-İslamcılık ilişkisinin pratik politik işleyişiyle sınırlıydı. Çünkü Türk liberalizminin teorik-ideolojik politik gelişimi esas olarak 12 Eylül sonrası dönemde ortaya çıktı. Elbette Türk liberalizmi 19. yüzyılın son çeyreğinden bu yana ideolojik bir değişim süreci geçirdi. Ancak teorik olarak asıl derli toplu liberal tezler 12 Eylül rejimiyle birlikte karşımıza çıktı. Türk liberalizmi, faşist darbeyle işçi sınıfı devrimciliğinin fiilen ezildiği ve Sovyetler Birliği’nin dağıldığı bir ortamda sesini yükseltme fırsatı buldu. Bu çerçevede Türk liberalizmi ideolojik formasyonunu tamamladı; o döneme kadar sadece iktisadi olan teorik sınırlarını, tarih ve kültür tezleriyle genişletti.

Liberalizm, 1980’lerin sonu ve 1990’ların başına denk gelen bir tarihsel aralıkta, Türkiye’deki düşünsel boşluğa hamle yaptı.

12 Eylül öncesinde Türkiye’nin düşünce ve kültür yaşamında solun ve komünistlerin büyük bir üstünlüğü vardı. Faşist darbeyle birlikte solun ezilmesi bu alanda önemli bir boşluk oluşturmuştu. Çok geçmeden Sovyetler Birliği dağıldı. Bu gelişme, henüz kafalarını dışarı yeni çıkarmaya başlayan sol çevreler için yeni bir bunalıma yol açtı. Sol’un bir kısmı Marksizmin geleneksel değerlerine sırt çevirdi. Devrim teorisi “eskiydi”, işçi sınıfının devrimci olduğu “şüpheliydi”, Sovyetler Birliği “çok hata” yapmıştı”, Stalin “öcüydü” ve sosyalizm “kaybetmişti”.

Evet, özgürlük ve demokrasi sorunu vardı. 12 Eylül’den intikam da alınmalıydı. “Ama bu işçi sınıfı devrimciliğiyle ve sosyalizm iddiasıyla yapılamazdı.” İşte liberalizm solun içine tam da bu bocalama aşamasında girdi ve bir virüs gibi yayıldı. Özgürlük ve demokrasi gibi mücadeleler için işçi sınıfı yerine yeni “özneler” keşfedilmeliydi, yeni “ittifaklar” aranmalıydı.

***

Burada açmamız gereken önemli bir mesele var. Türkiye’de 1980 sonrasında oluşturulan teorik liberalizmin çerçevesini 1980 öncesinin “Marksistleri” çizdi. Türk sağında özellikle 1945 sonrası başlayan İslamileşme eğilimi, zaten oldukça zayıf olan sağ entelektüelizmi bütünüyle bitirdi. Böylece düşünce ve sanat yaşamı tartışma götürmez bir biçimde solun hegemonyası altındaydı. Bu nedenle liberalizmin teorik sunumunun solun içinden çıkan yeni sağcılık tarafından yapılması da bir tesadüf değildi.

Birikim dergisinden Murat Belge, Ahmet İnsel ve Ömer Laçiner’in başını çektiği yeni liberaller ya da “sol” liberalizm çevresi; eski Türk Solu’nun Hasan Cemal’inden eski TKP’li Oya Baydar’a, eski PDA’cı Oral Çalışlar’dan Altan kardeşlere, Toktamış Ateş’ten Ufuk Uras’a kadar uzanıyordu.

Sol’un “içinden” peydahlanan bu yeni liberalizm, yaşanan bütün olumsuzlukların baş sorumlusu olarak Cumhuriyet’in kuruluş paradigmasını işaret etti.

Cumhuriyet başından beri Müslümanları, solcuları ve Kürtleri dışlamıştı.”7

Özgürlük ve demokrasi” mücadelesi bu çevrelerin hassasiyetlerini de esas alarak yürütülmeliydi.

Cumhuriyet döneminin, Franko İspanyası’ndan bir farkı yoktu.”8 “Hatta Türkiye’deki cumhuriyet, monarşik cumhuriyetti.”9

İdris Küçükömer’in “Kurtuluş Savaşı, Türk-Yunan savaşıdır” iddiası yeni liberaller tarafından daha yüksek sesle dile getirildi. Ayrıca zaten “anti-emperyalzim, milliyetçiliğin kibarcasıydı”.10

Tabi unutmadan eklemek gerekiyor, “sol” liberalizm; “Haydar Kutlu”dan Sadun Aren’e, Aren’den Murat Belge’ye kadar serbest piyasanın ve dincileşmenin öncüsü olan Özal’ı da yere göğe sığdıramıyordu.

Murat Belge, ABD emperyalizminin operasyon gazetesi olan Taraf’taki köşe yazısında “Turgut Özal 12 Eylül’ün getirdiği düzene karşı en etkili olacak dinamikleri harekete geçiren kişi oldu. Bir kere daha ülkenin tarihine damgasını vuran dönüşümler sağdan geliyordu.” diyerek, eskinin ülkücüsü, şimdinin ise sağ-liberali(!) Taha Akyol’un övgülerine mazhar oldu ve Akyol tarafından İdris Küçükömer’e benzetildi.11

Bu arada “Sol” liberalizmin tarih tezleri, başta İslamcılar olmak üzere, bütün sağcı ve liberal çevreler açısından da referanstır. “Sol”liberalizm bu anlamda, Özal’la başlayan liberalizasyon ve islamizasyon dönüşümünün düşünsel düzlemdeki temsilcisi konumundadır.

***

22 Ocak 1996’da ÖDP kuruldu.

ÖDP “sol” liberalizm teorisinin pratiğe dökülmesiydi. Sırrı Öztürk, Orhan Gökdemir ile birlikte kaleme aldıkları “What is this party? ÖDP vb. Üzerine” isimli kitapta, ÖDP ile “sol” liberalizmin ağababası Murat Belge ilişkisini şu şekilde özetlemişti:

ÖDP doğumu gerçekleşmeden bu türden bir örgütlenmenin alt yapısını Murat Belge hazırlamıştı. Onun ‘sivil toplum’ modelleri, örgütlenme anlayışı, bu süreci hazırlamıştı.” 12

Laiklik ve sosyalizm gibi ne olduğu açık olan kavramlar “sol” liberalizm tarafından dejenerasyona uğratılarak, “özgürlükçü laiklik” ve “özgürlükçü sosyalizm” gibi kavramlara dönüştürüldü. Özgürlükçü laiklik, İslamcılıkla barışmanın; özgürlükçü sosyalizm ise Marksist-Leninist geleneği reddetmenin pratik politik karşılığı oldu.

Ufuk Uras ÖDP’nin en şaşalı dönemlerinin tartışmasız genel başkanıydı. Uras bu süreçte sol fetullahçılığı savundu13, “şeriatçı parti kurulmalı, demokrasinin gereği budur” dedi14 ve ÖDP’nin sosyalist olmadığını ilan etti.15

Özal’ın başlattığı islamizasyonun en önemli politik sonuçlarından biri de Erbakan’ın Refah Partisi’ydi.

ÖDP’nin Refah Partisi ilişkileri de çok sıkıydı. Şeriatçı Akit Gazetesi yazarı Atilla Özdür ÖDP’yi Refah Partisi’ne katılmaya davet edecek kadar kendilerine yakın hissediyordu.16 Diğer popüler İslamcı yayınlar olan Zaman ve Yeni Şafak gazeteleri de sütunlarında ÖDP haberlerine yer veriyorlardı.

Dönemin ÖDP’si “sol” liberalizmin pratik politik bir uzantısı olarak; Refah Partisi ile olan samimi ilişkileriyle, “saçıma, sakalıma, başörtüme dokunma” kampanyalarıyla ve “sol fetullahçılık” çıkışıyla bugünkü İslamcı-liberal rejimin oluşmasına doğrudan ve “sol” adına destek verdi.

Uras ÖDP’sinin ideolojik çizgisi güncel olarak; büyük ölçüde HDP, kısmen de CHP üzerinden devam ediyor. “Sol” liberalizm ÖDP’den AKP’ye, AKP’den de HDP ve CHP’ye taşındı.

***

AKP 2002 Kasım’ında; tarikatlar koalisyonunun, sağ ve “sol” liberallerin, mafya şebekelerinin, Türkiye sermaye sınıfının(TÜSİAD-MÜSİAD) ve ABD emperyalizminin ortak iktidarı olarak hükümet oldu. AKP, 12 Eylül’le başlayan liberalizasyonun ve islamizasyonun son temsilcisiydi.

Şimdi AKP’yi AKP yapan ortaklığın kritik birlikteliklerine bir göz atalım. Çok fazla örnek var ama biz en çarpıcı olanları inceleyeceğiz.

Mesela Fetullah Gülen’in Abant Platformu toplantılarına bakalım. Kemal Burkay ile Süleyman Soylu’yu, Nazlı Ilıcak ile İbrahim Kalın’ı, Ufuk Uras ile Süleyman Demirel’i, Etyen Mahçupyan ile Hayrettin Karaman’ı, Murat Belge ile Altan Tan’ı, Binnaz Toprak ile Reha Çamuroğlu’nu, Ali Babacan ile Yusuf Kaplan’ı ve TÜSİAD ile MÜSİAD temsilcilerini birlikte görüyoruz.

Yine AKP’nin “12 Eylülcüleri yargılama” palavrasıyla, yargıyı AKP’ye bağlayan 2010 referandumunda “yetmez ama evet” diyen zevata bakalım. Abant Platformu toplantılarına katılanların hepsini görüyoruz ama daha fazlası da var. Fazlasını yazalım: Abdurrahman Dilipak, Ali Nesin, Aydın Engin, Aydın Menderes, Ayşe Hür, Baskın Oran, Cemil İpekçi, Cengiz Çandar, Emre Belözoğlu, Eser Keskin, Fethullah Gülen, Hasan Cemal, Hilal Kaplan, Hüseyin Gülerce, Oral Çalışlar, Oya Baydar, Mustafa Destici, Yasin Topçu, Nabi Yağcı, Sırrı Sakık, Yasemin Çongar…

Kimler kimlerle beraber oldu değil mi? Şimdi birbirlerini “boğazlayan” bu isimler, AKP’nin bütün karşı devrimci ataklarında omuz omuzaydılar.

Bu örnekler dışında, Erdoğan-Gülen ortaklığının operasyon aleti olan Taraf gazetesine baktığımızda da; “barış açılımı” dönemindeki “akil adamalara” baktığımızda da hep aynı isimleri yan yana görüyoruz. AKP’li yılların bütün dönemeçlerinde; AKP’de vücut bulan, İslamcı, sağcı ve “solcu” liberal “çeşitlilik” bir sarmal olarak karşımıza çıkıyor.

***

2002’de kurulan AKP “ortaklığını” 2013 Haziran Ayaklanması dağıttı. Gerici iktidar bloğu, halkın aydınlanma ve çağdaşlaşma talepleriyle ayağa kalkmasıyla ikiye bölündü. “Sol” liberaller “konjonktürel” olarak Fethullah’ın tarafına düştüler. Erdoğan bunun karşısında Ergenekon-Balyoz tertipleriyle hapse attığı ulusalcı “hasımlarını” cezaevinden çıkarıp, yeni müttefikleri olarak kamuoyuna ilan etti. Ancak bu değişim Erdoğan AKP’si için zorunlu bir oyuncu değişikliğinden başka bir anlam taşımıyordu. AKP, islamcı-liberal özünü korudu, sadece yol arkadaşlarını değiştirdi. Fethullah Gülen’in yerine Metin Feyizoğlu, Murat Belge’nin yerine ise Doğu Perinçek geldi. Yine Ahmet Türk’ün yerine Bahçeli geldi. Fethullahçı polis şefleri gitti, Tansu Çiller-Mehmet Ağar yetiştirmesi Susurluk çetesi geldi.

Dün “Kemailst vesayete” karşı Erdoğan-Fethullah iktidarını savunan ve Ergenekon-Balyoz operasyonlarında tetikçilik yapan liberaller, bugün Erdoğan’a kızgınlık duyuyorlar, hatta Erdoğan’ı “kemalist” olarak “suçluyorlar”. Ancak azgınca devam etmekte olan islamizasyona ve liberalizasyona, yani AKP’nin baskıcı olmasının gerçek maddi gerekçelerine karşı tek laf edemiyorlar. Erdoğan iktidarının temel ideolojik dayanakları ile bilinçli olarak ilgilenmiyorlar.

Eğitimin dinselleştirilmesi, mülteci meselesi üzerinden emeğin katmerli sömürüsü, AKP’ye bağlı dinci vakıf yurtlarında çocuklara yapılan tecavüzler, AKP’nin virüsü bile kullanarak emekçileri köleleştiren kanunsuzlukları vb.

Bu meselelerde AKP’yi esastan eleştirecek hiçbir hamlenin içine girmiyorlar. Onların tek isteği, AKP’nin “fabrika ayarlarına”, 2014 öncesine dönmesidir. İşte “sol” liberalizmin sahte muhalif maskesi tam da burada düşüyor.

***

Son tahlilde; AKP politik bir form olarak, Türk liberalizminin, Türkiye sağcılığının tarihsel serüveninin son biçimidir. AKP; Koç ailesinden Limak’a, Sabancılardan Cengiz İnşaatına kadar, Türkiye sermaye sınıfının politik ihtiyaçlarına göre biçimlenen son ideolojik-örgütsel sentezdir. AKP, Türkiye egemen sınıflarının tarihsel komünizm düşmanlığının Türkiye halkına acı faturasıdır.

Türkiye toplumunun dinselleştirilmesi de; memleketin Amerikan karakoluna dönüşmesi de; yoksul halkın cahil bırakılması da; meclisin kara para babalarıyla, mafyayla ve tarikatların adamlarıyla dolması da; Türkiye sermaye sınıfının kar hırsı ve büyüme talebini politik olarak karşılama çabasının birer ürünüdür. Yakın tarih bunların özetidir.

AKP’yi yaratan Türkiye sermaye sınıfının ve onun ideolojisi olan liberalizmin ihtiyaçlarıdır. Bu nedenle liberalizm cephesinden AKP’ye yöneltilen sağ ya da “sol”, her eleştiri, esas olarak geçersizdir ve sahtedir. Bunun en önemli kanıtı da AKP’nin on sekiz yıldır düzen siyasetinin “birbirine hasım” gibi görünen bütün unsuruyla, farklı dönemlerde ittifak yapmış olması gerçeğidir.

1Türkiye Tarihi 4. Cilt “Çağdaş Türkiye 1908-1980”, Yazarlar: Sina Akşin, Cemil Koçak, Hikmet Özdemir, Korkut Boratav, Murat Katoğlu, Ayla Ödekan, Yayın Yönetmeni: Sina Akşin, Cem Yayınları, 10. Basım-Ekim 2008, sayfa 341, İstanbul.

2İttihatçılıktan Kemalizme, Feroz Ahmad, Kaynak Yayınları, Çeviri: Fatmagül Berktay, 4. Baskı-Ekim 1999, Sayfa 25, İstanbul.

3Tarikat Sermayesinin Yükselişi-İslam Ekonomisinin Eleştirisi, Faik Bulut, Doruk Yayınevi, İkinci Baskı-Şubat 1997, sayfa 273, Ankara.

4Age, sayfa 274.

5Age, sayfa 275.

9Türkiye Toplumunun Bunalımı, Ahmet İnsel, Birikim Yayınları, 1995-genişletilmiş 2. baskı, sayfa 108, İstanbul.

10'Emperyal vizyon'a teşne Murat Belge anti-emperyalizmi 'milliyetçilik' ilan etti https://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/emperyal-vizyona-tesne-murat-belge-anti-emperyalizmi-milliyetcilik-ilan-etti

12What is this party? ÖDP vb. üzerine, Orhan Gökdemir-Sırrı Öztürk, Sorun yayınları, Birinci baskı-1996, sayfa 63, İstanbul.

13Şimdi solun zamanı, İnönü Alpat, Doruk Yayınevi, Birinci Baskı-Ekim 1996, sayfa 52, Ankara.

14Age, sayfa 296.

15Age, sayfa 290.

16Age, sayfa 54.