Salgının 2020 sonlarında yapılacak olan ABD başkanlık seçimlerine Demokratların adayı olarak girebilmek için yarışı sürdüren Bernie Sanders’ın kampanyasına yaradığı dile getirildi. Milyonların işsiz kalması, sağlık sigortasından olması ve koronavirüs karşısında çaresiz kalması, onların Sanders’a yönelmelerine yol açabilirdi. Hatta bundan yalnızca ABD’de değil, Türkiye’de de umutlanan solcular…

Korona günlerinde Sanders

Koronavirüs pandemisinin en çok etkilediği ülkelerden biri Amerika Birleşik Devletleri oldu. Sağlık ve sosyal güvenlik sistemi çoktandır alarm vermekte olan bu ülkenin binlerce yoksulu, koronavirüse bağlı gelişen ağır solunum yolu hastalıklarından yaşamını yitiriyor. Bir o kadarı, dünya çapında kabul görmüş hijyen ve sosyal mesafe önlemlerinin olmadığı yerlerde çalışmaya zorlanıyor, “size bir şey olmaz” diye dalga geçiliyor, aşağılanıyor. Bazı eyalet yöneticilerinin işlerin içinden çıkılmaz hale geldiği noktada Senato kararlarını takmayıp kendi kararlarını uygulamaya başladığı örnekler görüldü; fakat bu dahi yetersiz kaldı. 

Bu durumun 2020 sonlarında yapılacak olan ABD başkanlık seçimlerine Demokratların adayı olarak girebilmek için yarışı sürdüren Bernie Sanders’ın kampanyasına yaradığı da dile getirildi. Adayın kim olacağını belirleyecek toplantı, salgın nedeniyle Ağustos ayına ertelendi ve halihazırda Demokratların ibresi eski Başkan Yardımcısı Biden’dan yana. Fakat milyonların işsiz kalması, sağlık sigortasından olması ve koronavirüs karşısında çaresiz kalması, onların Sanders’a yönelmelerine yol açabilirdi. Hatta bundan yalnızca ABD’de değil, Türkiye’de de umutlanan solcular oldu.

Kabul edilemez eşitsizlik… Peki ne kadarı kabul edilebilir?

Sanders bundan bir önceki seçimlerde, yani 2016 seçimlerinde de Demokrat Parti adayı olmak üzere ön seçimlere katıldı. Adaylığı Hillary Clinton’a kaptırdıktan sonra seçim öncesindeki üç ayı onu destekleyerek geçiren Sanders, bir kez daha şansını deniyor. Halen Vermont eyaletini temsilen Senato’da bulunan Sanders, kendisini “demokratik sosyalist” olarak tanımlıyor. Bu tanıma daha sonra geleceğiz; fakat önce Sanders’ın neler önerdiğine bir bakalım. 

Hem 2016’da, hem şimdi, Sanders’ın kampanyası belli temel vaatlere dayanıyor. Eğitim, sağlık, barınma gibi ihtiyaçların karşılanmasında adalet, çevreye verilen zararın geriletilmesi, silahlanmanın azaltılması gibi, ulusal düzeyde vaatler kampanyanın çekirdeğini oluşturuyor.

Vaadini gerçekleştirmek için önerdiği temel yöntem ise vergi adaleti sağlamak. Zenginlerden ve büyük şirketlerden, yani ABD toplumunun binde birini oluşturan krema tabakadan alınacak vergiler ile örneğin tüm öğrencilerin eğitim ihtiyaçlarını finanse etmek. Böylece yoksul öğrencilerin de (yoksulluğu yok etmek fazlasıyla iddialı olabileceğinden) o büyük şirketlere uzanan yoldaki fiyakalı okullara girebilmesini sağlamak. Sanders’ın en önde gelen vaatlerinden biri bu. Bu umutlu bir vaat, gençlerin ücretsiz okumasında kimse karşı çıkılacak bir yan göremez. Ve evet, en zengin bir avuç kişiden bugünkünün iki katı vergi alınsa muhtemelen tüm üniversite öğrencilerinin eğitim ihtiyaçları ve tüm yurttaşlar için sağlık güvencesinin toplamından daha fazlası karşılanırdı. Fakat bu sorular cevabı o kadar kolay sorular değil, hemen peşine başka sorular geliyor insanın aklına: Örneğin o okullar niye diğerlerinden daha önde? Ve bu mantıkla o okullardan mezun olanlar neden o şirketlere girmek istesin? Ayrıca diyelim ki Temsilciler Meclisi’nde böyle bir vergi düzenlemesi alkışlarla kabul edildi. Wall Street spekülatörlerinin bu tür vergilere "hay hay" diyeceklerini mi zannediyor? Eğer böyleyse burjuvazinin sınıfsal reflekslerini fazlasıyla hafife alıyor olmalı.

Takipçilerini önerdiklerinin mümkün olduğuna, bu tür bir vergilendirmeyi başaran Fransa, Almanya, İngiltere, Singapur ve hatta Çin’i örnek göstererek ikna etmeye çalışıyor. Oysa bu hiç ikna edici değil; aksine korkutucu. Zira bu ülkelerde durum gün geçtikçe ABD’ye benzemeye başladı. Eşitsizlik derinleşti, kamusal hizmetler budanmakta. Ayrıca ‘demokrasi’ yeşermiyor, gericilik yükseliyor. Kapitalizm koşullarında kaçınılmaz olan yaşanıyor.

Yanıtsız kalan sorular: Kamulaştırma, merkezileştirme, emperyalizm… Sınıf?

Sanders’ın kampanyasında yanıtsız kalan başka sorular da var. Eğitim, sağlık, barınma sacayaklarında kamulaştırmalardan hiç bahsedilmiyor. Bırakın kamulaştırmayı, stratejik sektörler arasında devlet kontrolüne geçmesi gereken tek bir sektör geçmiyor. Örneğin "Sağlığın ticarileştirilmesine son" gibi halkçı bir slogan ile kitlelere hitap ederken, bunun altını "ilaç sanayisi kamulaştırılacak" diyerek bile dolduramıyor. Bir seferde telaffuz etmek zorsa "Dibine kadar yolsuzluğa batmış ilaç sanayisini kamulaştıracağız" desin bari... Ama olmuyor. Kaldı ki ABD Anayasası özel mülkiyete gözünün içi gibi bakıyor. 

Koronavirüs salgınının çok güçlü bir şekilde açığa çıkardığı şeylerden biri, merkezi bir planlamaya ne kadar ihtiyaç duyduğumuz. Ünlü Amerikan tıp dergisi New England Journal of Medicine’de bile, son yıllardaki “reform”larla özerk kararlar alabilen gruplar halinde işlemeye başlayan İngiliz ulusal sağlık sistemi NHS’in bu halinin tutarsız politikalar yarattığına ve kaynakların kullanımı için gruplar arası bir rekabeti tetiklediğine dikkat çekiliyor, merkeziyetçilik olmadığında ortaya çıkan acziyete hayıflanılıyordu.1 Üretimin ve hizmetlerin merkezileşmesi bugün kapitalist barbarlığa karşı işçi sınıfının en temel taleplerinden olmalı. Sanders’ın programında, ya da demokratik sosyalizm denen tuhaf şeyin kitabında ise bu değil, tam tersi, mümkün olduğunca desantralizasyon yazıyor.

Kampanyasının bir başka bölümünde, bireysel kredilerin faizleri yüzde yirmilere ulaşırken, büyük bankaların devletten neredeyse sıfır faizli krediler alabilmesindeki adaletsizliğe işaret ediyor. Sanders’ın çözümlemesine göre ABD bankacılık sisteminin ihtiyacı olan, daha kolay rekabet edilebilir bir ortam.2 Yani büyük bankaların hakimiyetinin azalması. Bu talep, bu haliyle en fazla tekel karşıtı bir pozisyona yerleştirilebilir. Ancak böyle bir değişiklik yalnızca ABD’yi ilgilendirmiyor, küresel bankacılık sistemine yapacağı zincirleme etkiler de hesap edilmek zorunda. Sanders, emperyalizm çağında, ulusal tekellere karşı küçük sermaye sahiplerini savunarak daha tolere edilebilir, daha adil bir kapitalizme geçilebileceğine inanıyor. Büyükler vergi vere vere ufalır diye bekliyor. Kâr oranlarının düşme eğilimi nasıl çözülecek onu söylemiyor.

78 yaşındaki senatör, kampanyasında çoğunlukla gençlere sesleniyor. Bugünün gençlerinin durumunu kendi gençliği ile karşılaştırarak çıkarımlarda bulunuyor. “50 yıl önce biz böyle değildik, çok daha rahat okuduk, okullar ücretsizdi, vb.” 50 yıl önce… Yani İkinci Dünya Savaşı sonrası, 70’lere kadar süren ekonomik büyüme -boom- dönemi ABD’si. Parçaları bir araya getirince görüyoruz ki bugün ABD’de var olan “grotesk” eşitsizliği ortadan kaldırmak niyetiyle kampanya yürüten Sanders, aslında bir Kennedy iyimserliğinde 1960’ların refah kapitalizmine geri dönülebileceğini iddia ediyor. Böyle bir refahı sağlayabilecek yeni bir üretim modeli söz konusu değilken. Aynı dönemin, dünya piyasalarının birbirine tamamen entegre olması, artan finansallaşma, istikrarsızlık ve krizlerle sonuçlanmış olmasını görmezden gelerek…

Bununla bağlantılı olarak Sanders’a göre ülkenin başına gelen en büyük musibetlerden birisi de orta sınıfın küçülmüş, daralmış olması. “Yok olmakta olan orta sınıfı yeniden inşa etmeliyiz” diyor. Tüketim alışkanlıkları hepimizce malum Amerikan orta sınıfı3... Oysa orta sınıf aslında küçülmedi. Orta sınıf bir bütün olarak yoksullaştı, işini kaybetti, borçlandı. Ve aslında bu yoksullaşma, büyük ölçüde alım gücü ve tüketim alışkanlıklarına göre tanımlanan “orta sınıf” kavramının ne kadar yapay olduğunu da ortaya çıkardı. Sanders orta sınıfın büyümesini mi istiyor? Yani bireyci, rekabetçi, vurdumduymaz, etliye sütlüye karışmaz kesimin büyümesini mi? Peki o zaman zenginlerden alınacak vergiyi talep edecek kavgayı kim sürdürecek? 

Bu söylemde kavga elbette yok. İşçi sınıfının güçlenmesi, kendinden söz ettirmesi, dengeleri değiştirmesine dair en ufak bir emare yok. Vaatleri ve programı sınıf mücadelesini yok sayıyor, haliyle sınıfların varlığını da. Fakat o yok sayıyor diye burjuvazi de yok sayacak diyemiyoruz.  Örneğin Mart ayının son iki haftasında on milyon ABD vatandaşı işsizlik maaşına başvurmuş.4 Böyle büyük bir yedek işgücü ordusundan burjuvazi neden feragat etsin ki?

Özetle, birçok başlığın yüzeysel geçildiği kampanyada tüm öğrencilerin kredi borçlarının silinmesi gibi işçi sınıfının güncel ihtiyaçlarını taşıyabilecek talepler ile büyük bankaları daha fazla denetleyelim, küçük girişimcilerin önü açılsın gibi düzen içi talepler aynı potada eritiliyor. Bir bütün olarak kapitalizmi karşısına alan tek bir söylem bile yok. Buna rağmen burjuva medyasının bir kesimi tarafından "afedersiniz sosyalist” yaftası yapıştırıldı. Demokratlar arasında ise daha soğukkanlı ifadeler yer buluyor: “Sakin olun, düzenin Demokratları. Sanders en güvenli seçenek olabilir” başlıklı bir yazıda, Trump’ın da bir önceki seçimde mavi yakalılardan oy toplamasını sağlayan ve hiçbirini gerçekleştirmediği “herkesin bir işi olacak, hayatını kazanabilecek, ailesini destekleyebilecek” türünden popülist vaatlerin gerçek taşıyıcısının Sanders’ın ta kendisi olduğu adeta itiraf ediliyor.5 Böyle bakınca, hakikaten Trump’tan farkı neydi diye düşünmeden edemiyor insan.

Elbette Sanders, bu yazıda yanıt aradığımız tüm bu soruları es geçmeyi tercih etmiş olabilir. “Kervan yolda düzülür” demiştir belki de. Bir ihtimal, Yunanistan’da benzer bir demokrasi dalgası estirdikten sonra kemer sıkma paketlerini halkın suratına tokat gibi çarpan Syriza hükümetinin eski maliye bakanı Varufakis gibi düşünmüş de olabilir. Varufakis Troyka ile yapılan anlaşma sonrası Syriza’dan ayrılmış, siyasete kendi yolunda devam etmişti. Syriza’dan neden ayrıldığını açıkladığı, aslında kendini aklamaya çalıştığı bir röportajında Varufakis şöyle diyor: “Her devrimden önce bir operasyonel plan beklerseniz hiçbir devrim gerçekleşmez. Syriza’dan yoldaşlar (italikler bana ait) Çipras’ın 5 Temmuz 2015’te teslim olmasından sonra bana gelip şunu dediklerinde “Ama Yanis, senin de operasyonel bir planın yoktu ki”, şöyle dedim “E yani?”.6 Evet bir devrimden sonra her ince ayrıntının nasıl gerçekleşeceğini önceden belirlemek mümkün olmaz; fakat bütünlüklü bir sosyalizm programı zaten bunun için vardır. 

Sanders’ın Avrupa solu için son derece tanıdık olan vaatlerinde yeni, özgün bir şey yok. Üstelik hem tarih dışı, hem sahte umutlar veriyor. Radikal değil, olmadığını Sanders’ın kendisi söylüyor.7 Devrimci ise hiç demiyorum. Ortada devrim mevrim yok.

Hakkını verelim, aslında o kendini iyi bilen birisi. Yeri geldiğinde “Demokratik sosyalistim” dese de Sanders kendisini Demokrat Parti’nin ideallerini temsil edebilecek en doğru kişi, en gerçek demokrat olarak sunuyor. 

Parlamentarizm ve sınıf siyaseti

Bilimsel sosyalizme sahip çıkmak için sorularımıza devam edelim.

Sınıf mücadelesinin tarihi gösteriyor ki iktidarın esas sahibi seçimin kazananı değil, üretim araçlarının mülkiyetine sahip olandır. ABD’nin en büyük sermayedarlarından olan Trump örneği de buna dahil. Koronavirüs salgını gibi dramatik bir örnekte bile sermayenin taleplerine söz geçirmenin ne kadar zor olduğunu izliyoruz. En zenginlerin vergilendirilmesi çözümünün imkansızlığını az çok açıklamaya çalıştık. Sermaye sahiplerinin kendi itirazını bir kenara bırakalım ve bir an için Sanders başkanlığında çıkacak yasalara kuzu kuzu ikna olacaklarını varsayalım. Sanders’ın programı, burjuvazinin kendi çıkarını korumak üzere biçimlendirdiği, on yıllar içinde kemikleşmiş hale gelen üstyapı kurumlarının, hukukun, askeriyenin, alt ve üst kademeden bürokrasinin, ABD’yi düşünecek olursak bunların federal ve eyalet düzeyinde karşılıklarının, vb., bu yeni düzenlemeye tepkisine dair en ufak bir öngörüde bulunmuyor. Bir seçim, ve bunun sonucunda elde edilecek olan kimi başarılar, toplumun iliklerine işlemiş pek çok idealist düşünceye, kapitalizmin yarattığı kalıplara, örgütsüzlüğe karşı verilmesi gereken ideolojik mücadeleyi belki hızlandırabilir ama tek başına tamamlayamaz.

ABD seçim sistemi tarihsel olarak iki partili siyasi düzenin korunmasına yönelik işliyor. İki parti harici adayların federal seçimlerde eşiği atlaması pratik olarak mümkün değil. Zaten, 2016 seçimlerinde gençler arasından Hillary Clinton ve Trump’ın aynı gruptan aldığı toplam oydan daha fazla oy almasına rağmen sonucu belirleyememiş olan Sanders da, alternatif bir sesin yükselmesi için değil, iki partiden birinin adayı olmak için uğraşıyor. Nitekim adaylıktan çekilmesi halinde de, seçim kampanyası boyunca ücretsiz eğitim, sağlık, güvence gibi sloganlarla etkilediği ve güvenini kazandığı, çoğu genç milyonlarca ABD vatandaşını, kendisini egale eden diğer adaya oy vermek üzere ikna etmeye çalışacak. “Ben öldüm bari ideallerim yaşasın” bile demeyecek. Sokakta ve toplantılarda propaganda yapmayı sürdürürken, buna paralel olarak taleplerini Demokrat Parti yöneticilerine benimsetmek gibi bir çaba içine hiç girmedi. Harekete geçirdiği insanların sesinin yasama organında karşılık bulması için kalıcı bir kanal yaratmadı. Böyle bakınca hitabetindeki heyecan ile siyasi samimiyeti arasında büyük bir açı bulunuyor. Bu taleplerin ancak ve ancak Sanders’ın adaylığında ve o da bu kez seçilmesi halinde (78 yaşında olduğunu ve muhtemelen üçüncü bir şansı olmayacağını hatırlatarak) gerçekleşebilecek olması bile gerçek dışı olmaları anlamına gelmiyor mu? Zaten Sanders da en nihayetinde çözümü “umudumuz gençlerde” demekte buluyor. 

Sanders ABD dış politikasından büyük mü?

Ekonomi cephesinde en fazla Keynesçi denebilecek bir rota öneren Sanders’a yapılan eleştirilerde bu “ana paket” pek kurcalanmıyor. Sanders daha çok röportajlarda, çeşitli konuşmalarında kurduğu spontan cümleler üzerinden eleştiriliyor. Özellikle de ABD dış politikasının standartlarına dair ifadeleri hiç gözden kaçırılmıyor. 

Örneğin “Otoriter Küba’yı tabi ki onaylamıyor” ama “Castro’nun okuma yazma kampanyasının da hakkını vermeli”. Öz hakiki demokrat adaydan "otoriter" Küba’yı alkışlamasını beklemiyorduk herhalde. Küba’nın en son ihtiyaç duyacağı şey, bir Amerikalının mahcup Küba övgüsü. Öyle mahcup bir övgü ki bu, ağzından bu konu ile ilgili bir şey çıktıkça ABD’deki demokrasi aşığı Küba düşmanları, Castro rejiminin ne kadar barbar, totaliter, zulmedici bir rejim olduğuna dair yazılar yazmak üzere provoke oluyor.8 Ve öyle mahcup övüyor ki, övdüğü anlaşılmıyor, yeterince yerin dibine geçiremediği için suçlanıyor. 

Benzer bir kararsızlık, ya da titreklik, ABD’nin emperyalizm içi dengelerde başmüttefiki İsrail devletine yaklaşımı için de geçerli. Sanders, “Hem İsrail yanlısı, hem de Filistin yanlısıyım” diyor. Netanyahu’ya ırkçı diyip, İsrail devleti yanlısı nasıl olabiliyor, kendisi de pek açıklayamıyor. Üstelik Yahudi lobisinden tehdit gördüğü anda da geri basıyor: “Çok paraları var, çok da güçleri”. Yani ABD’yi herhangi bir çıkar grubunun ya da lobinin gerici nüfuzundan arındırılmış bir şekilde yöneteceğim diyemiyor. Sosyalizmin olmazsa olmazı laikliği ele alışı ise: “Yahudi bir başkan olmaktan gurur duyacağım” diyebilecek kadar talihsiz.9

Aslında Sanders, 2016’dan devreden ve bu sefer daha hızlı başladığı kampanyası boyunca, sağdan aldığı darbelere göre esneyip şekil değiştiren, oportünist bir sosyal demokrat. 

Hegemonya krizi ve Sanders

Bugün ABD hükümetinin ajanslarının koridorlarında tartışılan şey, ülkenin düşüşte olup olmadığı değil, eğim ve düşüşün hızı.10  2016 seçimleri ile birlikte bu çok boyutlu düşüşe, başka bir deyişle ABD'nin hegemonya krizine yanıt olarak Trump ve onun “Amerika’yı yeniden büyük yap” sloganı verilmişti. Trump başkan olduğunda sermaye sınıfının önemli bir kesiminin ağzı sulansa da, geçtiğimiz yıla damga vuran azil tartışmaları gösteriyor ki bu sürekli kanayan yaraya Trumpizm de merhem olmadı. 2020 seçimlerini kazanacak bir Sanders ABD ekonomisine can simidi olabilecek bir iktisadi reçete sunmuyor. Hatta 2008 krizinden sonra ABD ekonomisinin tekrar büyüme ivmesi yakalamasında ve rakiplerinin karşısında avantaj elde etmesinde önemli etkenlerden biri olan kayaç petrolü ve gazı sondajını küresel ısınmanın kontrol edilebilmesi kapsamında durdurmaktan bahsediyor. Sermaye sınıfını tedirgin eden büyüme oranlarının küresel olarak düşmesine, IMF gibi kuruluşlar, yoksulları destekleme ve alım güçlerini yükseltme, bu sayede büyümeyi artırma ve daha fazla mali kontrol gibi bir çözümle gidiyorlar. Milyarderlerden hiçbir somutluğu olmayan “sorumlu kapitalizm” önerileri yapılıyor.11 ABD orta sınıfının müstakbel adayı Sanders da bunu ABD için öneriyor. 

Emperyalizmin nasıl rahata kavuşacağı bizi ne kadar ilgilendirir sorusundan bağımsız olarak, Sanders’ın ABD'nin yeniden hegemonya tesis etmesine yönelik elle tutulur bir siyasi vizyona sahip olmadığını söyleyebiliriz.12 En fazla, “Kore, Çin ve Rusya gibi ülkelerin kavgacı eylemleri”ne dikkat çekiyor. Barış yanlısı olduğunu vurguluyor; fakat ülkeler arası ilişkilerin düzenlenmesi için işaret ettiği kurum, masumiyetini çoktan yitirmiş, ABD’nin saldırgan dış politikası ile uyumlu kararlara defalarca imza atmış bir Birleşmiş Milletler. 

Emperyalist düzenin içinde biriken çelişkilerin zirve yaptığı kriz, bir savaşla, ya da devrimle, ama mutlaka ve mutlaka büyük bir sarsıntıyla çözülebilecek. Bu sarsıntı emperyalizmin kalbinin attığı ABD’nin dahil olmadığı bir şekilde gerçekleşemez. ABD’nin bu alt üst oluş senaryolarından en az birine hazırlandığının çeşitli göstergeleri bulunuyor. Trump döneminde ABD silah sanayisi de, savunma bütçesi de ciddi büyüme gösterdi. Silah sanayisi, küresel olarak en çok büyüyen sektörler arasında. İşte Sanders, işçi sınıfının böyle bir sarsıntının altında kalmamak için yapması gerekenleri, demokrasicilik oyunu ile geçiştiriyor.

ABD solunun Sanders kilidi

ABD solunun Sanders’ın adaylığı karşısında büyük ölçüde kilitlendiği ortada. Çünkü estirdiği hava, koronavirüs salgınından hemen öncesine kadar gerçekleştirdiği kitlesel eylemler, harekete kattığı binlerce kişi ve yarattığı coşku karşısında Sanders’ın sosyalist bir programı savunmadığını, ABD seçim sistemi gibi son derece dışlayıcı bir sistem ile böyle bir programın iktidara gelemeyeceğini söylemek cesaret istiyor. Hiç değilse önce Sanders’ın hakkı Sanders’a dedikten sonra kendine ait cümleleri kurabiliyor sol. Bir de Trump'a karşı birlik argümanı var ki her şey tıkandığında imdada yetişiyor. Kötünün iyisi'cilik, otoriteye karşı demokratlık, vb.

Bu durumun bir nedeni ABD solunun tarihsel kaynaklarına bakınca anlaşılıyor. Ve orada karşımıza, İkinci Dünya Savaşı sırasında “ABD’nin iç sorunlarının tamamen reformlar yoluyla çözülmesi gerektiği”13 çıkarımına dayanarak Roosevelt lehine kendini tasfiye eden, "en dar zamanda sınıfını ve halkını öncüsünden yoksun eden" bir ABD Komünist Partisi çıkıyor. 40’ların ikinci yarısında “Uluslararası savaşın ardından iç savaş çıkarmamak” bir komünist partinin önceliği haline gelebilmiş. Parti içi tartışmalar bir tür forumculuk şeklini almış. Demokrasi, çoğunluk gibi hedefleri iktidar hedefinin önüne koymanın bedeli, ABD'de sosyalist mücadele adına “icabında JP Morgan ile bile el sıkışabilecek” bir ilkesizliğin parçalı, reformist tortuları oldu. Devrim fikrinin geri plana itilmesinin uluslararası nedenleri var elbette. Fakat sınıf mücadelesinin temel argümanlarının siyasette ağırlığını hissettirmiyor olması, bu mirasla da ilişkili. Bağımsız partili siyaset yerine ABD burjuvazisinin iki partili sisteminde oyunu kuralına göre oynama...14 Bir kez bu noktaya gelindikten sonra, rasyonalize etmenin yolu her şekilde bulunuyor. Böyle bakınca kökeni 70’li yıllara dayanan DSA (Amerika’nın Demokratik Sosyalistleri) adlı oluşumun Sanders’ı olduğu gibi benimsemesi ve parlatması, kendi içinde son derece tutarlı. Fakat beyhude.

Naiflik, gerçekçilik, devrimcilik

Sanders ne bir sosyalist olarak sınavı geçebiliyor, ne de önerdiği naif Robin Hood yöntemleri ile ABD kapitalizmini içine girdiği bunalımdan kurtarabilir gibi görünüyor.

Lenin'in kemiklerini sızlatmak pahasına devrimciliği bir "çocukluk hastalığı" olarak görme eğiliminde olan, bunun karşısına da elde edilebilir, makul, "gerçekçi" kazanımları koymayı öneren ideologlar için, Sanders'ı eleştirmek de muhtemelen aynı hastalıktan muzdarip olmak demek.

Oysa Sanders iki tarafa da uymuyor. Ne devrimci, ne gerçekçi. Olamaz da zaten. Çünkü hem Sanders'ın hem de çocukluk hastalığı referansına takılıp kalmış olanların göremedikleri şey şu: Gerçekçi olabilmenin tek yolu devrimci olmaktan geçiyor.

Hazır pandemi birçok şeyi alt üst etmiş, kapitalizmin tüm örtülü çelişkileri ve çıkışsızlığı ayan beyan ortaya çıkmışken, bu hatırlatmayı yapmak gerekiyor.