İknanın son iki yüz yılda aldığı karmaşıklık ve çeşitlilik egemen sınıfın yönetmekte zorlandığının bir göstergesi ve bu zorlanma aynı zamanda işçi sınıfı için tarihsel bir fırsat anlamına geliyor.

Kitle ikna silahları I: Kissinger’dan korona günlerine

“Kendi halkının sorumsuzluğu yüzünden bir ülkenin Komünistleşmesini neden öylece durup izlememiz gerektiğini anlamıyorum.”

― Henry Kissinger

Yüzyıla yaklaşan ömrünün sonuna doğru şu güzide sözlerinin bir komünist partinin yayın organına taşındığını görseydi bunaması varsa bile kesin toparlardı. Gerçi bu sözleri sarfettiği dönemin yani “soğuk savaş”ın1 kazananı, kendisinin de aktif militanı olduğu cepheydi ama yine de nereden baksak 50 yıl sonra halen komünistlerle uğraşmak zorunda kalınmasından bir anlığına da olsa rahatsız olurdu. Sadece bir anlığına. Rahatsız olurdu ve sonra da iyi bildiği işine geri dönmeye çalışırdı: Amerika Birleşik Devletleri başkan danışmanı olarak, dışişleri bakanı olarak ya da hiçbiri olmadı, “non-govermental organization” kurucusu olarak…

Kissingergillerin işi neydi? Savaş çıkarmak mı? Savaşları önleyip çeşitli darbeleri planlamak mı? Kirli, kaba ve karanlık işler mi? Eh, belki. Ama soğuk savaşın son 20-30 yılında sol, Kissinger gibilerine bakıp hep aynı görüntüyü aradı, buldu: Savaş çığırtkanı, darbe plancısı, karanlık ve gizli işler yapan bir figür. Bunu görmek, kolaydı. Çünkü ortalıkta bu görünümü destekleyecek bol malzeme de vardı. Ama solun görmediği ya da görse bile gücünün yetmediği daha başat görevleri vardı bu figürlerin: Sermaye sınıfının çıkarlarını dört bir kıtada korumak, geliştirmek ve bunu yerine getirirken de toplumsal rıza mekanizmalarını yakından takip etmek, incelemek, yönetmek, icat etmek, hatta yeri geldiğinde rızanın bizzat kendisi, kurucusu olmak. Demokrasi adına, insan hakları adına, bireysel özgürlükler adına! Sermaye sınıfı için devasa bir kitle ikna silahları sanayisiydi bu ve Kissinger gibileri de bu sanayinin başındaydı.

Tabii ki bu sanayi “bacasız” bir sanayiydi. Ama enstitüleri, üniversite bölümleri, bol bol danışmanları, üretim bantları, parlak isimleri, genç doktora öğrencileri, vakıfları ve neredeyse sonsuz ekonomik kaynakları vardı. Soğuk savaş boyunca devasa bir organ gibi çalıştılar, varoldular. Dertleri sadece Sovyetleri ve sosyalist hareketi kuşatmak, mümkünse dağıtmak değildi. Evet, üstlendikleri misyonun içinde bu da vardı ama temel belirleyen sermaye sınıfı adına bakmak, görmek, konuşmak, üretmek ve yol almaktı. Özellikle de işçi sınıfı ideolojisine, siyasetine, bu siyasetin adımlarına, sivriltilmiş bir rafine bir sınıf bilinciyle saldırdılar. Her yerde.

En çok Kuzey Amerika’da ve Batı Avrupa’da ama çeşitli deneysel “kaba” çalışmalarını Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya, Balkanlardan Uzakdoğu’ya kadar dünyanın dört bir yanında denediler. O denemelerin içinde Şili örneğinde olduğu gibi darbe planlamak da vardı, İtalya örneğinde olduğu gibi örtük bir savaş yürütmek de. Ya da Endonezya’yı hatırlayan var mı şimdi?2 Ama sermaye sınıfı ile kitleler arasındaki ilişkiyi sadece darbelere, açık şiddete dayandırmak herhalde çok yüzeysel ve tabii ki yetersiz kalırdı. Orada kalmadılar. Mesela yeri geldiği edebiyatçı, düşünür, siyasi aktivist desteklediler, yeri geldi baştan yarattılar.3 Farklı yolları denediler, farklı kartlar açtılar, deneyim kazandılar ve sonra…

Sovyetlerin tarih sahnesinden çekilmesi görevlerinin tamamlanması anlamına mı geldi? Pek değil. Görevleri zaten Sovyetler’den, güncel ve tarihi sosyalizm girişimlerinden, arayışlarından ibaret değildi ki! Daha geniş bir sınıf bilinciyle hareket ediyorlardı. Üstlendikleri misyon zaman zaman darbeler planlamak, desteklemek ya da işkence tezgâhları örgütlemek gibi kaba ve kestirmeci yöntemler gerektiriyordu ama hiçbir zaman incelikten de yoksun olmadılar. Toplumun genel işleyişinin parçası gibi görünen birçok durumu, olayı, akımı planladılar, yarattılar, yön verdiler. Bıkıp usanmadan. Bu anlamda iyi birer laboranttılar. Nesnellik adı verdiğimiz uçsuz bucaksız özür dünyası da o yıllar boyunca kendilerinden yanaydı. İstedikleri gibi at oynattılar. Yeri geldi kitlelerle istedikleri gibi oynadılar, Türkiye’de, Fransa’da, Polonya’da…

Şimdi, Soğuk Savaş’a, sınıf mücadelelerinin bu özel kesitine bir başka yüzyıldan bakınca sermaye sınıfı adına yol alan kitle ikna silahları üreticilerini görmek, ne iş yaptıklarını anlamak görece kolay. Ama sadece görece. Peki ya sonra ne oldu? Nereye gitti bu sanayi? Toplum psikolojisi denilen mesele sınıf mücadelelerinin seyrinden azade biçimde, öylece kendiliğinden akıp gitmesi için rahat mı bırakıldı? Bakalım…

Güncel kimi hallere bakalım ama önce bir itiraz: Başlığa dair bir itirazım var.

Kelimelerin sınıfı var mı?

Farketmesek de, üstünde pek durmasak da kelimelerin de sınıfları var. Nasıl ki bilinç, dil ile yapılanıyorsa, kelimeler de bilincin anlatımı. Kelimeler, bilincin dili. Bilincin ise sınıfı var, sınıfları var.

Yazının başlığı da sınıfını anlatıyor aslında. Örterek.

Başlıkta yer alan küçük bir kelime, hatta harf oyunu ile (imhanın yerini alan ikna) toplumsal bilinç hallerini çarpıcı biçimde ve kestirmeden tanımlayan “orijinal” bir başlık ortaya çıkıyor ve bu orijinallik ima edilenle ilgili olarak hemen muhalif bir kimlik de veriyor. Ama bu muhalif parlaklık, meselenin özünün kaçmasına da neden oluyor aynı zamanda. İki nedenle.

Birincisi “kitle” her ne kadar sosyal bilimlerde, muhalif siyasal yazında çok sevilse de, hem egemen söylemde çok tutulan ve açıkçası tercih edilen, hem de işçi sınıfı teorisine yabancı ve uyumsuz bir kelime. Kitle hangi kelimeye karşı tercih ediliyor? Tabii ki “sınıf” kelimesini sahneden indiriyor. Kitle, burjuva egemen dünya görüşünde emekçilerden, proleterlerden başka bir toplamı tanımlamaz. Ama aynı zamanda “sınıf” gibi yüklü ve başka bir bilince alan açan bir kelimeden de kurtarır. Kitle, işçi sınıfından bahsederken işçi sınıfından bahsetmemenin yolunu açar.

Böylece bu yazını başlığı aslında daha en baştan tam da işaret etmek istediğim toplamı, yanı işçi sınıfını belirsizleştiriyor, kaybediyor. Hokus pokus! Zira ikna edilmesi gereken kitle her daim emekçilerdir. Başkası değil.4 Ve kitle de aslında tarihsel ve toplumsal sınıf bilincinden uzakta konumlanmış emekçi toplamıdır. Bu nedenle tercih edilmekte ve sevilmektedir.

İkincisi de aslında meselenin özü ile ilgili. Silah biliyorsunuz bir konunun, sorunun çözümü, yaslandığı denge eskisi gibi olamadığı zaman devreye girer. Yani somut anlamıyla silahlar günümüz dünyasında ancak iş kızıştığı zaman, dengeler sarsıldığı ve yeniden kurulması gerektiği zaman ortaya çıkar. Bir yanıyla da modern dünyanın tüm gelişmişliğinin yanında müdahale için kaba bir araçtır. İncelikli işleyişin yanında acziyettir, çare üretememektir. Velhasıl somut anlamıyla silah, modern dünya düzeninin sınıfsal özünü gereksiz yere, fazlasıyla çıplak bırakan, bırakabilen acizliklerdir.

Halbuki silahı soyut anlamıyla düşünürsek günümüz toplumları alenen ve sürekli silahlıdır. Silah her anda ve her yerdedir. Süreklileşmiş bir iç savaş gibidir sermaye sınıfının modern toplumsal düzeni. Bu anlamıyla silahlar sürekli ortalıktadır ama silah olarak değil. Örneğin televizyon olarak, okul olarak, din olarak, aile olarak, sosyal medya olarak, siyaset olarak, meclis olarak, teknoloji olarak.

Bu nedenle başlıktaki silah, sermaye düzeninde dar anlamıyla bir çaresizliği, mecburiyeti değil; tam tersine çeşit çeşit olanakları, çareleri işaret etmektedir. Sermaye düzenindeki bir aksamayı değil sürekli işbaşında olan, zaman zaman yönetilen ve sınıf mücadelelerinin şiddetine göre zaman içinde daha karmaşık bir hâl bir araçlar toplamını işaret etmektedir.

İkna ise mutlaka sorgulanmalıdır. İkna bitmeyen bir süreçtir. Süreklidir. Mutlak değildir. Kimi kemikleşmiş özellikler taşırken çok uçucu yönler de taşımaktadır. Yani ikna, olup biten değil sürekli yeniden işleyen bir özelliktir. Ve tek yönlü de değildir. Yani sadece egemenlerden ve egemen sınıfın elindeki araçlardan ifşa edilen bilgi, yönlendirme, kanaat ve konumlanıştan ibaret değildir. Sınıf bilincinin gelişkinliğine göre karşılıklı bir seyir izlemektedir. Ama sınıfsal bilincinden uzakta konumlanan her emekçi toplamı (kitle) iknanın egemenlerden yayılan kaba, üstünkörü ve incelikli biçimlerinin hepsinin üstüne atlamaktadır. Bu sayede bir konu ve araç olarak kitle psikolojisi hep çok sevilmektedir. Karşılıklı bir anlaşmayı içerdiği için.

Sınıf bilinci eridikçe emekçiler daha ikna edilebilir hale gelmektedir ve hatta bazen iknayı kendileri, kendilerine dayatmaktadır. Örneğin satın alındığı ya da parlatıldığı ayan beyan ortada olan figürler, kişiler, konumlar toplumsal kriz dönemlerinde, toplum çıkarları adına hareket eden bağımsız figürler olarak ortaya çıkabilmektedir. Çok yakın birkaç örnek bu durumu hızlıca somutlayabilir: Belarus’ta üç ay gibi kısa bir sürede toplumsal hoşnutsuzluğun sesi haline geliveren öğretmen, üç ay öncesine kadar Rusya dışında pek de bilinmeyen Navalnıy’nın önce zehirlenme provası ve sonra da özgürlük eylemcisi olarak baştan yeniden yaratılması ve Amerika Birleşik Devletleri’nde meclis baskını, o baskından yansıyan görüntüler. Sınıf bilinci olmayınca kitle olarak kalan emekçiler ikna için gereken ya da bizzat iknayı anlatan figürleri, sembolleri egemenlerden önce bulmakta, ortaya çıkarmaktadır.

Bu anlamıyla başlık aslında “İşçi sınıfının tarihsel ve toplumsal bilincini bulandırmak için sermaye sınıfının atmak zorunda kaldığı ve giderek daha karmaşık [sofistike] işlemler gerektiren taklalar” şeklinde düzeltilmelidir.5   

Komplo teorileri: Neden bu kadar tutuyorlar?

Tabii ki bu sorunun tek boyutlu bir yanıtı yok ama sanırım çoğu kişi de farkındadır: Toplumsal kriz dönemlerinde sınıf bilincinden uzakta konumlanan herkes, her toplam, her kitle acil, kısa, net ve kolay anlaşılır açıklamalar bekliyor, arıyor, istiyor. Söylentilerden, fısıltılara, bariz olgulardan, “saçma” açıklamalara kadar onlarca söz dolaşıma giriyor bu tür dönemeçlerde. Örneğin korona salgını günleri de farklı olmadı. Salgın özellikle Avrupa’ya ulaştıktan sonra en saçmasından bilimseline hızlı biçimde onlarca komplo kapladı ortalığı. Sosyal medya, çevrim içi haberleşme kanalları, cep telefonları virüse bağlı salgından önce bu komplo salgınını taşıdılar zihinlere.

Neler söylenmedi ki? Zenginlerin/elitlerin genetik değişiklik peşinde olmasından tutun uzaylı istilası için yapılan ön hazırlığa, Vuhan’daki araştırma laboratuvarlarından biyolojik silah senaryolarına kadar bin bir türlü söylenti hızlıca yatak odalarına kadar girdi. Uykusuz geceler boyunca yaşlısı ve genci milyonlarca emekçi bu senaryolara takıldı, videolarını izledi, üzerine düşündü, yaydı, muhabbetini yaptı ve sonra da unuttu. Ya da önüne düşenleri tüketip yenilerine doğru yol aldı.

Dolaşıma giren bu komplolar, söylentiler bir yanıyla oldukça nesnel kökenli görünüyordu. Yani arkasında belirli bir amacı, öznesi olmaksızın, kendiliğinden, sürecin doğası gereği ortaya çıkıveren akıl yürütmeler gibi görünüyorlar. Öyle ki bu söylentileri yayanların kimliği, angajmanı da kısa sürede eriyip kayboluyor. Komplonun kendisinden komplonun komplosuna sıra pek gelmiyor.6 Zaten komplo hızlıca tüketilip yenisine geçiliyor. Bu anlamıyla komploların yukarıda uyarı bulunmaya çalıştığım iknanın uçucu yanına daha yakın olduğu söylenebilir. Sınıf bilincinin, örgütlü ve kolektif bir toplumsal dokunun olmadığı yerde kaygı, endişe ve belirsizliği bu tür düşünceler hızlıca dolduruyor.

Komplo teorileri hem ilgi görüyor hem emekçilerin aklını oyalıyor hem de sınıf bilinciyle olan mesafenin korunmasını sağlıyor. Yani yukarıda işaret etmeye çalıştığım sınıf bilincinden uzakta kalmış ve bu anlamıyla kitleleşen emekçi toplamı için komplo teorileri toplumsal değişime ve örgütlü bir sınıf mücadelesine karşı bir direnç unsuru olarak da devreye giriyor. Örgütlü kolektif eylem ve birliktelik yerine edilgen söylentiler durumu idare etmeye yarıyor ve sorumluluktan da kurtarıyor. Hangisi daha kolay ki: toplumsal değişim ve dönüşüm için kolektif bir mücadelenin içinde yer almak mı, bunu gözetmek mi? Yoksa cep telefonundan gelecek komplo teorilerini, söylentilerini takip etmek, akıl yormak ve bunların saatlerce tekrarlayan videolarını izlemek mi? Sınıfından kurtulan emekçi için cep telefonuna kadar ayağına gelen komplo teorileri kendini önemli hissetmesinin de yolunu açıyor. Bireyleri, kişileri önemsizleştiren bir sürece meselenin hiç de bilinmeyen bir yanını herkesten önce öğrenerek doğrudan birinci ligden dahil olma fırsatını yakalama yanılsaması bu!

Ve ilginçtir ki kapitalist üretim ilişkileri komployu hem emekçilerin gündemi haline getirmiş hem de sosyalizm mücadelesine karşı da tepe tepe kullanmıştır. Örneğin Paris Komünü sırasında Birinci Enternasyonal’in genel sekreteri olarak Marx’ın ve dernek üyelerinin en çok uğraştığı konulardan birisi Enternasyonal üyelerine yöneltilen komplocu suçlamasıdır. Temmuz 1871’de İngiliz The World gazetesinin muhabirine verdiği yanıtlarda Enternasyonal üyelerinin “pek de dürüst olmayan, gizli gündemleri olan komplocular” olarak Paris ayaklanmasına katılmasına dair yorumlarla uğraşmak zorunda kalır.7 Benzer bir itham ve alay Komünist Parti Manifestosu’nun hemen başında da bulunabilir: Komünizm hayaleti, komünistlere sermaye sınıfından yöneltilen tanımlamaların parlak bir ironisi gibidir.8 Ya da Engels, 1870’lerde bir tür kitlesel histeri haline gelen ve bizzat pozitivistler tarafından yürütülen bilimsel ruh görme, gösterme ayinleri ile uğraşırken de durum farklı değildir.9

Şimdilerde, yani sınıf mücadelelerinde çetin bir 150 yıl geride kaldıktan sonra şu içinde olduğumuz korona günlerinde komplo teorilerinin sadece nesnel bir ihtiyaçla devreye girdiğini düşünmek ise en azından saf dillilik olur. Kissinger’ın işaret ettiği gibi toplumlar (yani emekçi sınıflar) öyle kendi başlarına bırakılamayacak kadar sınıfsal karşıtlıkla yüklenmiş durumdalar ki bu yüklü karşıtlığın yansımalarını neredeyse salgının her safhasında yaşadık, deneyimledik ve yaşamaya da devam ediyoruz.10 Hâl böyle olunca hem komplo teorilerinin ortaya saçılmasında hem de karşılık bulmasında öznel faktörleri aramakta da fayda var. Yani bugün komplo teorileri tam da aksine işaret ediyor gibi kabul görseler de aslında kitleyi ikna eden silahlar olarak dolanıyorlar.

Sınıf siyasetsizliği olarak sol komplo teorileri

Tabii ki komplo teorileri üzerinden ikna tartışmasının izlerini solun içinde de bulmak mümkün. Keza günümüz dünyasının örgütsüz ve kitlesiz siyasetine yaslanmayı temel özellik haline getirmiş “sol düşünürleri” de bu görece “kolay” konuma yakıt taşımaktan geri durmuyor. Örneğin, salgının ilk günlerinde İtalyan düşünür Giorgio Agamben tarafından başlatılan tartışma bu kategoridendi.11 Agamben salgının hemen başında özellikle Avrupa’da ortaya çıkan panik havasında kapitalist devletlerin bir istisna hali yaratarak olağan dönemlerde uygulayamayacakları geniş çaplı müdahaleleri devreye soktuklarını öne sürüyordu.

Agamben’in bir yıl önce, salgının ilk günlerindeki değerlendirmesi solcu komplo teorilerinin estetize ve inceltilmiş bir versiyonu olarak geniş ilgi gördü. Ve haliyle hem tartışıldı hem de çeşitli yanıtlar ortaya çıktı.

Agamben ve benzer pozisyonlardakiler “orantısız önlemler” ve “her yanı saran panik” konusunda belki haklıydılar. Ancak göremedikleri şuydu: Orantısız önlemler ve ortaya çıkan panik, sermaye devletinin gizli kapaklı gündeminin olmasından çok salgına dair gizli ya da açık bir gündeminin olmamasından kaynaklanıyordu. Sermaye sınıfı salgınla ilgili olarak toplumsal önlemler almakta gecikmedi, önce ne yapacağını bilemedi, sonra da salgına müdahale konusunda isteksiz kaldı.12 Şimdi geriye dönüp baktığımızda çarpıcı biçimde görüyoruz ki bir yıl önce tüm o panik havası ve laf kalabalığı içinde aslında sermaye devletleri mümkün olan en az ekonomik kapanma ile sürü bağışıklığını tercih etmişti. Ve bu bir gizli gündem olmaktan ziyade alenen yaşanan bir gündemdi.

Ama sermaye sınıfının tercihi, daha en başından itibaren komplo teorileri ile değil sınıfsal bağlamı ve siyasetiyle karşılanabilirdi. Yani Avrupa’da uzun zamandır rağbet görmeyen ve ana akım “sol” içinde unutulan bir yöntemle. Sınıfın atlandığı ve geriye çekildiği yerde ise, söylemeye gerek var mı, düzenin kitle ikna silahları devreye giriyor. Çok muhalif olsa da.

Benzer bir atlama ve iknayı muhalif olarak destekleme halini Türkiye’de siyasi iktidara yönelen pandemi muhalefetinde de bulmak mümkün. Test, vaka ve ölüm sayılarına dair itiraz haklıydı ama “gizli bir ajandası” olan bir özneyi işaret ettiği sürece siyasi iktidarın işini de kolaylaştırıyordu. Çünkü sermaye iktidarının gizli bir gündemini geçtik, salgının önlenebilirliğine dair bir gündemi dahi yoktu. Salgının ekonomik ve toplumsal yükünü işçi sınıfına yıkmakla meşguldüler.

Öte yandan bir toplumsal eleştiri olarak komplo teorilerine ve takipçilerine takılmak bardağın ısrarla boş yanına bakmak gibi. Ve asla dolmayacağına olan inancın, umutsuzluğun da dışavurumu gibi. Tamam, sosyal medyada dolaşan, cep telefonlarına yağan videoların, viral haberlerin, dedikodularını biliyoruz. Ama bir yanıyla da meseleyi büyütmemek gerekiyor. Yani “komplo teorileri neden bu kadar kolay alıcı buluyor? Akıl nerede, bilim nerede?” diye dertlenirken bir durmak gerekiyor. Durmak gerekiyor.

Gerekiyor çünkü bunlarla zihnini bulandırmayan, komplolara gülüp geçen geniş bir kesim de var. Burada ise aynı anda hem köklü bir toplumsal değişim ihtiyacı hem de değişime direnç, bu değişime dair korku, çekince devreye giriyor. Salgın, komplo, yaratıcılık dinlemeksizin sınıf siyasetini ısrarla yeniden ve yeniden üretmek ve dayatmak bu anlamda önem taşıyor. İşçi sınıfı bilincini örten, bulandıran her muhalefet ise eninde sonunda kitleleşmeye, kitle olarak kalmaya ve iknaya yarıyor. Çok muhalif olsa bile.

Dijital çağ: İknaya gerek kaldı mı?13

Kissinger ve dönemi, askeri de olabilen ve bu nedenle kabalaşan, özünü saklamakta güçlük çeken (çekebilen) ikna yöntemlerine ihtiyaç duyuyordu. Siyasi bir netlik ve muhtemelen karmaşık bir istihbarat çalışmasını da gerektiriyordu. Elde edilen verilerin ayıklanması ve işlenmesi ise muhtemelen büyük bir belaydı. Doğru âna karar vermek, doğru adımları atmak ya da toplumsal bir deney ortamını sürprizlerle çok karşılamadan değerlendirmek için, sağlam bir siyasi öngörü, gelişkin burjuva sınıf refleksleri ve bol istihbarat çalışması dışında çok fazla araçları yoktu. Günümüzde ise her adım, her birey, her an birer veriye (istihbarata) dönüşmüş durumda. Bugün sıradan emekçi yaşamı bile süreklileşmiş bir dijital veri akışı içinde. Nereye gidiyor, kiminle görüşüyor, neleri izliyor, neleri beğeniyor, çevresi nasıl bir çevre, hangi düşünceye yakın, marketten ne alıyor, hangi otobüse biniyor, otobüsten hangi durakta iniyor, gibi gibi. İşin ilginci, tüm bu veri selini toplayan kanal sayısı bir elin parmakları kadar ve bu kanallar emperyalist ülkelerdeki üç-dört şirketten ibaret. İşte Google, Twitter, Facebook, Instagram vb. gibi. Veri çok, hatta sonsuz ama toplayan, derleyen ve işleyen neredeyse tek! Öyle ki verileri toplayan şirketler, emperyalist ülkelerdeki seçim sonuçlarını değiştirebilecek, etkileyebilecek hizmetleri bile ilgililere sunabiliyorlar.14

Ve bir de bu durum (yani gündelik emekçi yaşamının sermaye için veri haline alması) verinin nesnesi olan toplam (kitle) tarafından gayet iyi biliniyor. Yani ortada gizli saklı yürütülen bir dijital casusluk da yok. Ama biliyorlar ve bildiklerini bilmezmiş gibi davranıyorlar: kitle veri paylaşımını, bununla ilgili sözleşmeleri ya da sözleşme değişikliklerini ciddiye alıyor.15 Hem de çok. Diyebiliriz ki kitle, romanlardan 1984’ü ve gizemlerden de ayan beyan olanını seviyor.

Hâl böyle olunca tüm bu gelişmelerin ortasında (her şey bu kadar dijitalize olmuşken, her an bir veriye dönüşmüşken) iknaya yine de gerek kaldı mı, diye sorulabilir. Bugün sermaye sınıfının emekçi kitleleri ikna etmeye gereksinimi var mı? Her şey güllük gülistanlık mı? Sosyal medya devleri, Amerikan başkanının bile sesini kısabiliyorsa geriye yapılacak pek bir şey de kalmış mıdır ki?

Sorunun bu biçiminin çok popüler olduğunu inkâr edemeyiz ama aslında soru bir yanıyla da işçi sınıfı biliminin dışında kalıyor. Çünkü sınıflar, üretim araçlarının özel mülkiyeti, ortadan kalkmadığı sürece sermaye sınıfı yoğun biçimde ikna üretmek, yaymak zorunda kalacak. Çeşitli biçimleriyle. Dijital teknolojinin onca olanaklarına rağmen neredeyse sadece ikna için kullanılır hale gelmesi, salgında iknanın kaba biçimlerinin komplo teorileri olarak devreye girmesi bu zorunluluğun bir göstergesi. Bu nedenle bir kesite değil, sürekliliğe bakmakta fayda var. Yani iknanın son iki yüzyılda aldığı karmaşıklığa ve çeşitliliğe. Karmaşıklaşma ve çeşitlilik bir yandan da egemen sermaye sınıfının durumu yönetmekte (onca teknolojiye rağmen) zorlandığının bir göstergesi. İkna karmaşıklaştıkça özü, işleyişi tekleşiyor. Ve bu zorlanma bir yandan işçi sınıfı için tarihsel bir fırsat anlamına geliyor. Günümüz Kissingerlarını tam da kendi alanlarında kuşatma olanağı veriyor.

  • 1. Henry Kissinger (d. 1923). Amerika Birleşik Devletleri’nin 1973-1977 arasında dışişleri bakanı ve 1969-1973 arasında başkan danışmanı. Ancak Kissinger’in alelade bir parlak “devlet yetkilisi” olduğunu düşünmek hata olur. Kissinger, sermaye sınıfının uzun soluklu bilincini en rafine haliyle teorize edebilen bir isimdi.
  • 2. Endonezya’da olup bitenleri kısa yoldan öğrenmek ve hatırlamak isteyenler için mesela bol ödüllü iki belgesel The Act of Killing (Öldürme Eylemi, 2012) ve The Look of Silence (Sessizliğin Bakışı, 2014) önerilebilir. Her iki belgesel daha önce Gelenek’te ele alınmıştı: Nevzat Evrim Önal, J. Oppenheımer’in Öldürme Eylemi ve Sessizliğin Bakışı Belgeselleri: Bir Büyük Yenilgiye Bakmak. Gelenek, 128: 88-94.
  • 3. Şu çok meşhur kaynağı yeniden anmak sanırım kaçınılmaz: Frances Stonor Saunders, Parayı Verdi Düdüğü Çaldı - CIA ve Kültürel Soğuk Savaş (çev. Ülker İnce). İmge Kitabevi, Ankara, 2. Basım, 2018.
  • 4. Tabii ki bazı kesitlerde sermaye sınıfının bir sınıf olarak, bazen de belki tekil üyelerinin ikna edilmesi gerekir. Ama bu sefer de sermaye sınıfından “kitle” olarak değil iş insanları, toplumun önde gelenleri, demokrasi savunucuları, siyasetçi vs. olarak bahsedilir. Dil, sınıfını şaşırmaz.
  • 5. Zaten başlığı bulduktan sonraki kısa bir Google araması başlığın Milli Gazete’den Sabah’a, bilimsel dergilerden hava parası arayan “düşünce kuruluşları”na kadar geniş bir alanda hevesle kullanıldığını da gösteriverdi.
  • 6. Yeri gelmişken kelimenin kökenine ve anlattığı hikâyeye bakmakta fayda var: komplo, Fransızca kökenli. 1560’lara dayanıyor. Kitlesel plan, kumpas, fesat anlamına geliyor. Modern sınıfsal ayrımların ortaya çıktığı ve siyasetin giderek daha karmaşık bir hâl almaya başladığı bir coğrafyaya dayanması aslında sınıfsal yanına da işaret ediyor.
  • 7. Karl Marx’ın The World Gazetesi Muhabiri ile Bir Konuşmasının Metni. Fransa’da İç Savaş içinde (Çev. Kenan Somer). Sol Yayınları, Ankara, İkinci Baskı, 1991, sf. 118-119.
  • 8. Karl Marx ve Friedrich Engels, Komünist Manifesto (çev. Editörü Doğan Görsev). Yazılama Yayınevi, İstanbul, 2019, 9. Baskı.
  • 9. Friedrich Engels. Ruhlar Âleminde Doğabilim. Doğanın Diyalektiği içinde (Çev. Arif Gelen). Sol Yayınları, Ankara, 9. Baskı, sf. 62-73.
  • 10. Hem ibretlik hem de “eğlenceli” bir korona bilançosu için mutlaka bknz. Endam Köybaşı, Sakin ol Champ! Pandemide Sermaye Sınıfının Halleri. Gelenek, 2021, 152: 37-48.
  • 11. Giorgio Agamben, Lo stato d’eccezione provocato da un’emergenza immotivata [Sebepsiz bir acil durumun neden olduğu istisna hali]. il Manifesto, 22 Şubat 2020.
  • 12. Türkiye Komünist Partisi, Salgın Kapitalizmin Tarihsel İflasının Kanıtıdır. 25.01.2021. www.tkp.org.tr
  • 13. Bu yazıda aile, din, eğitim, medya gibi daha geleneksel ikna kanallarına değinmiyorum. Ya da örneğin ideolojiye de. İknanın daha köklü kaynaklarını, bir seri olarak düşündüğüm yazıların daha sonraki uğraklarına ayırıyorum.
  • 14. Bu konuda 2018 yılında patlayan (ya da kontrollü olarak patlatılan) Cambridge Analytica hikâyesine bakılabilir. Tulga Buğra Işık, Cambridge Analytica'nın ardından: Seçimler on yıllardır nasıl maniple ediliyor? soL Portal, 22 Mart 2018. https://haber.sol.org.tr/dunya/cambridge-analyticanin-ardindan-secimler….
  • 15. Geçtiğimiz günlerde yaşanan WhatsApp paniği ve büyük Telegram göçü kitlesel bir histeri anı değil miydi?