Türkiye kapitalizmini “düzeltme”ye yönelik bir program nasıl şekillenir, taşıyıcılarının ortaya çıkması hangi siyasi sallantıların ürünü olur, çok net kestirimlerde bulunmak güç. Ancak kapitalizmi “düzeltme”ye değil, sermaye düzenini bozmaya, büyük enkazın emekçilerin üzerine yıkılmasına izin vermemeye ihtiyaç var.

Covid-19 salgını ve Türkiye Ekonomisi: Sermaye sınıfının ufkunda ‘düzeltilmiş’ kapitalizm var mı?

Türkiye kapitalizmi tarihinin en ağır krizinden, ufukta belirgin bir çıkış reçetesi olmaksızın geçerken Covid-19 salgınının en fazla tahribat yaratacağı ülkelerden biri olmaya da aday. Sermaye iktidarlarının ideolojik tercihleri, kapitalizmin, piyasa düzeninin irrasyonellikleri dünyanın her yerinde salgının neden olduğu insani yıkımı artırıyor. Ancak Türkiye kapitalizmi özelinde ideolojik tercihler ve sermaye düzenine içkin irrasyonelliklerin ötesinde yaklaşık iki yıldır ertelemelerle, top çevirmelerle idare edilmeye çalışılan bir ekonomik krize salgının etkileri de ekleniyor.

Yaşamsal alanlar dışında hayatı durdurma kararının alınmamasının önemli nedenlerinden biri çok açık ki “salgın fırsatçılığı” yapmak. Demografik faktörlere güvenerek, yani yaşlı nüfusu daha yüksek ülkelerden daha düşük sayıda ölüm yaşanacağına inanarak, salgının gerektirdiği tüm önlemlerin alınması durumunda yaşanabilecekten daha fazla ölümü göze alarak tabii. Siyasi iktidarın sürecin başından bu yana yaptığı açıklamalara, hazırlanan ekonomi pakete ve ek önlemlere, Merkez Bankası kararlarına bu fırsatçılığın damga vurduğu görülüyor. Fırsatçılığın bir boyutu mümkün olan sektörlerde gerekirse stoğa üretim yapmak, bozulan tedarik zincirlerinde rakiplerden pazar kapmak, temel ihtiyaçlar dışında da iç talebi uyarmak ve karşılamak. Diğer boyutu ise otomotiv, tekstil başta olmak üzere bir dizi sektörde özellikle dış pazarlarda talebin çok keskin düşmesi nedeniyle faaliyet hacmi çok düşmesine rağmen “kapatma” kararı almayarak sermaye sınıfına “esneklik” sağlamak oluşturuyor.1 Yıllık izinler, ücretsiz izinler, çalışma saatlerini azaltıp ücret indirmeler ve tabii işten çıkarmalarla geçen bir ayın ardından fiilen kapatma noktasına gelen sermaye kuruluşlarını rahatlatmak için “ücretsiz izin” yaygın uygulama haline getiriliyor.

“Krizleri fırsata çevirme” stratejisi AKP’nin sadece ekonomide değil iç siyasetten dış politikaya her başlıkta temel siyaset felsefesi. Ama buna ek olarak iki yıla yaklaşan kriz, düzenin hareket alanını iyice daralttı. Bu durumun en iyi örneklerden biri elektrik, doğalgaz faturaları konusunda halkı rahatlatmaya yönelik önlem almak yerine dağıtım şirketlerinin nakit akışlarını garantiye alacak “emsal fatura” düzenlemesi. Elektrik, doğalgaz faturalarının ertelenmesi ya da bir süreliğine devlet tarafından üstlenilmesi siyasi iktidarın mizacına uymaz. Ama tek mesele “mizaç” değil. Türkiye’de halihazırda elektrik ve doğalgaz dağıtım şirketlerinin borç yükünün kamu tarafından üstlenilmiş olması da buna izin vermiyor. Böyle bir süreçte belki de etkisi maliyetine kıyasla en yüksek olabilecek ve Fransa gibi ülkelerdeki örneklerde görüldüğü gibi sermaye düzeni tarafından geçici olması nedeniyle kolayca gerçekleştirilebilecek, biraz da şova dönüştürülebilecek uygulamaları Türkiye’de hayata geçirmek niyetten bağımsız zor. Çünkü devlet, zaten özel dağıtım şirketlerini sırtına almış durumda. Elektrik ve doğalgaz dağıtımı özelleştirilirken, özelleştirme bedellerinin ödenmesinde yüksek oranda dış kaynak yani banka kredisi kullanılmasına, üstelik gelirler TL iken borçların döviz olmasına izin verildi. Gelinen noktada devlet zaten yeniden yapılandırmalar, ertelemeler, ek teşvikler, düzenlemelerle özel dağıtım şirketlerini fonluyor, kaynakları bu şirketleri yüzdürmek için kullanıyor.

Piyasa, planlama kabiliyetini yuttu

DPT-Kalkınma Bakanlığı’nın önce dönüştürülmesi, ardından da tamamen tasfiye edilmesiyle birlikte merkezi düzeyde kurumsal planlama kapasitesi ortadan tamamen kaldırıldı. Ancak kurumsal kapasiteden bağımsız olarak, Türkiye ekonomisinin yapısındaki hızlı dönüşüm de kapitalizm koşullarında acil durumlarda bile planlama yapılmasını neredeyse imkansız kılıyor. Dışa bağımlılık/uluslararası sermayeye entegrasyon düzeyi, üretim sürecinin irrasyonel şekilde parçalanmış yapısı, en stratejik sektörler de dahil özel sektörün hakimiyeti, bölgesel asimetriler gibi nedenler temel ihtiyaçlar odaklı bir planlamayı zorlaştırıyor. Örneğin, otomotiv, tekstil gibi sektörlerde uluslararası otomotiv ve perakende tekellerinin karar alma süreçlerine tâbi bir yapı söz konusu. Kolay ertelenebilir ihtiyaçlar olmasına, bağlantılı sektörleriyle birlikte istihdamdaki yüksek paylarıyla bir sektörel planlamanın odağına hızlı bir şekilde yerleştirilebilir olmalarına rağmen bu sektörler, ulusal ölçekte tasarrufta bulunmanın zorluğu nedeniyle “planlanamaz” durumda. Nitekim, otomotiv fabrikalarının üretimi durdurma kararları yurtdışı merkezlerden geldi. Sadece büyük otomotiv üreticileri değil, Avrupalı alım tekellerine çalışan orta ölçekli bir konfeksiyon tesisi de karmaşık sözleşmelere, uluslararası düzenlemelere tâbi olabilir.

Tek başına salgının sonuçları söz konusu olsa, farklı alanlarda farklı zamanlara yayılacak etkileri telafi etmek, zamanı, etkinin büyüklüğünü dikkate alarak önceliklendirmeler yapmak mümkün olabilirdi. Ama Türkiye kapitalizmi açısından halk yararına önceliklendirme bir yana, sermaye düzeninin “öncelikleri”ni saptama ve koruma yeteneğinin de aşındığını saptayabiliriz. Bu saptama elbette her koşulda sermaye sınıfının çıkarlarının kollandığı gerçeğinin üzerini örtmesin. Ancak sadece siyasi iktidarın ve kurumlarının yaklaşımlarında değil, doğrudan sermaye örgütleri ve daha soğukkanlı öneriler yapabilen kadrolarının yaklaşımlarında da yuvarlandıkça büyüyen ve iyice düğümlenen yumağı daha fazla yuvarlamaya devam etmek dışında bir perspektif söz konusu değil. Mevcut krizi “yönetme” stratejisi olarak elde bir tek bu var!

Güven Sak ve Fatih Özatay tarafından hazırlanan TEPAV notunda2, Merkez Bankası’nın Hazine’ye sonsuz vadeli devlet iç borçlanma senedi (DİBS) karşılığı kaynak sağlaması (para basması), söz konusu kaynağın da tedarik zincirlerinin ucundaki nihai firmalara aktarılması, onların da tedarikçilerini fonlamaya devam etmesi öneriliyor. Zincirin ucundaki nihai firmalar, söz konusu zinciri domine eden büyükler doğal olarak. (Otomotivde Ford, Renault, Tofaş, beyaz eşyada Vestel, Arçelik, yüzlerce tedarikçiyle çalışıyor.) Mal üreten tedarikçilerin yapılan ödemeye mukabil stoğa üretim yapması, hizmet sağlayanların da hizmetlerini “sürdürüyor gibi” yapmaları öneriliyor. Talep yani ihtiyaç yokken üretim yapan fabrikalar, çalışıyormuş gibi yapan şirketler… Her şey çalışırken bile çalışmayan, aksayan, kaotik bir yapının bir simülatör gibi çalışacağına gerçekten inanıyor mu öneriyi yapanlar, bilinmez. Ancak piyasa fetişizmiyle yapılan öneri, emekçilere siyasi iktidarın layık gördüğünden de azını vermek, büyük sermayeden başlayarak sermayeyi ihya etmeye devam etmek anlamına geliyor. Sak ve Özatay, “akıllı planlama” kavramına vurgu yapıyor. Devlet müdahalesi ve planlama, piyasanın arkasını toplayacak, sermayeyi kurtaracak enstrümanlar olarak göreve çağrılıyor.

“Covid-19’un olası ekonomik etkileri” konulu bir dizi değerlendirme uçuşuyor. Dünyada olduğu gibi Türkiye için de bir bölümü kamuoyuyla paylaşılan bir bölümü kurumlara yönelik pek çok milli gelir (GSYH) projeksiyonu yapıldı. Değişik senaryolar dahilinde 2020 yılı için yüzde 5’ten yüzde 40’a uzanan GSYH daralması tahminleri var. Salgına ilişkin belirsizliklerin tahmin yapmayı güçleştirmesi bir yana hangi sektör ne kadar daralır, onların toplamında ekonominin bütünü ne kadar daralır tahminleri büyük bir akıl tutulmasını ortaya koyuyor. Türkiye ekonomisi bugünkü ölçeğinin nicel ve nitel olarak çok gerisindeyken 2001 yılında yüzde 5,7 daraldı ve ortaya çıkan sonuçlar sektör spesifik tahmin ve değerlendirmelerin çok karikatürize kaldığını gösterdi. Bırakın yüzde 40’ı, yüzde 10 daralan bir ekonomide bile finanstan enerjiye havaya uçacak sektörler olacağını, bunların dönüp yeni şoklar yaratacağını, ticaret hukukunun çökeceğini hesaplamayan ekonometrik modeller havada uçuşuyor.

Türkiye ekonomisinin yapısal bir dönüşüm geçirmesi gerektiği siyasi iktidar da dahil düzen güçlerinin söylemde ortaklaştığı, Kalkınma Planı, sanayi ve ihracat strateji dokümanlarında, sermaye örgütlerinin tematik raporlarında, düzen muhalefetinin seçim programlarında birbirine çok yakın saptama ve politika önerilerinin yapıldığı söylenebilir. Yukarıda aktarılan çalışmaları yapanlar da hiç şüphesiz başka düzlemlerde Türkiye’nin bir dijital dönüşüm geçirmesi, sanayi üretim kapasitesinin teknoloji düzeyi yüksek sektörlerde geliştirilmesi, hizmetlerde yenilikçi uygulamaların yaygınlaştırılması, işgücünün yeteneklerinin artırılması gerektiği gibi argümanları üç aşağı beş yukarı aynı çerçevede dile getiriyor. Sermaye cephesinin yapısal dönüşümden anladığı, mevcut yapının sermaye için yarattığı riskler azaltılarak, kârları garanti altına alarak sürdürülmesi. Birkaç ay içinde yüzde 40 daralabilecek bir ekonominin, sektörel yapılanmasındaki anomalileri masaya yatırmak yerine bunu bir doğal afet kaçınılmazlığında sunup bir tür dehşete neden olmak tercih ediliyor. Sürekli dış kaynak ihtiyacı yaratan, kaynakların verimsiz kullanımının en temel nedenlerinden biri olan uluslararası ticarete bağımlılığı bu vesileyle sorgulamak, gözden geçirmek yerine bu değer zincirlerini yaşatmak için milyonların canını tehlikeye atmak öneriliyor.

Siyasi iktidarın günü kurtarma anlayışı, sermaye düzeninin bekasına yönelik sorumlulukları yerine getirme yeteneğinin zayıflamış olması Türkiye sermaye sınıfının ufuksuzluğundan besleniyor. Son 20 yılda sermaye sınıfının ufkunu her alanda uluslararası sermayeyle daha ileri entegrasyon şekillendirdi. Türkiye kapitalizminin tarihsel olarak emperyalist-kapitalist sistemin yönelimlerini okuma, uyarlanma becerisi yüksek olsa da, sermaye sınıfı bu becerinin doğrudan taşıyıcısı olmadı, sermaye sınıfının temsilcileri, sermaye devletinin aklı belirleyici oldu. Ayrı ve daha kapsamlı bir değerlendirmenin konusu olmakla birlikte, sermaye egemenliği sektör temsilcisi bakan atamalarına kadar doğrudanlaşırken, tasfiye edilenler arasına sermayenin uzun vadeli çıkarlarını kollama, uzun far işlevleri de girdi. İşlerin çok daha sade olduğu zamanlarda bile inisiyatif alma konusunda sınırları olan bir sermaye sınıfı, bugün temel becerilerden yoksun kadrolarla birlikte uluslararası şekillenmeleri kolluyor ve çok açık ki buradan bir ufuk çıkmıyor.

Covid-19 salgınının uluslararası sermaye açısından bazı eğilimleri kuvvetlendireceği, üretim yapısında değişikliklere yol açacak düzenlemelerin hız kazanacağı görülüyor. Türkiye kapitalizminin bu bağlamda sermaye sınıfının ufuksuzluğunu ve siyasi iktidarın yetersizliklerini aşmaya zorlanacağı, önümüzdeki dönemde daha kuvvetli bir basınçla karşılaşacağı söylenebilir. Bu noktada kısa bir dünya parantezi açmak yerinde olur.

Dünya parantezi: 2008 krizinin enkazını kaldırmak için 'reforme' kapitalizm arayışı 

Covid-19 salgınıyla birlikte değişik kesimler tarafından farklı anlamlar yüklenerek dillendirilen “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” mottosu, kapitalizmin dünya ölçeğindeki tıkanıklıklarını aşmak üzere bazı çıkış olanakları yakalanacağı inancını da içinde barındırıyor. Salgının 2008 krizinin bir türlü kaldırılamayan enkazından kurtulmak, kâr oranlarını artırmak üzere teknolojik ve organizasyonel bir sıçramaya ivme kazandırmak, sermayeler arası artan rekabetin yarattığı düğümlenmeleri ve belirsizlikleri gidermek için önemli bir fırsat olarak görüldüğü aşikar.

Covid-19 salgınının iklim değişikliği merkezli politikalar başta olmak üzere özellikle 2008 sonrasında, daha sistematik bir şekilde dile getirilen, en güncel haliyle yeni bir “Yeni Düzen” kavramlaştırmasına ulaşan ama emperyalist aktörler arasında tam bir konsensüse ulaşmayan arayışları hızlandıracağı söylenebilir. Kapitalizmi reforme etmeye yönelik önermelerin akademik veçhesi, Daron Acemoğlu gibi isimlerin “kurumsalcı” yaklaşımından “evrensel temel gelir” talebinin taşıyıcısı “yeni kalkınmacı” çerçeveye, (standard neoklasik ekol hariç tutulursa) burjuva iktisadının geniş yelpazesinin neredeyse tamamını kapsıyor. Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası, OECD gibi kuruluşlardaki izdüşümü de “Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları”, “Yeni Yeşil Düzen”3 gibi kavramsallaştırmalar oluyor. “Sürdürülebilirlik”, “kapsayıcılık” gibi temalarla sosyal vurguların arttığı, düzenin orta-uzun vadeli bekasını sağlamaya yönelik politikaların getirisinin maliyetinden çok daha fazla olduğunu ortaya koymaya çalışan rapor, yayın sayısında bir patlama yaşandığını söylemek abartı olmaz.

Ancak “daha sosyal”, “düzeltilmiş” kapitalizm ya da kapitalizmde reform arayışlarının bütünlüklü, tutarlı bir çerçeveye sahip olduğunu söylemek zor. Örneğin iklim değişikliği merkezli “Yeni Yeşil Düzen” kavramının güçlü bir Keynesyen arka plana sahip olmadığı görülüyor. Keynesyen politikalara referansla en kolay dile getirilebilecek taleplerden biri olan enerji sektörünün kamulaştırılması ve merkezi olarak planlanmasıyken, “dağıtık sistem”, “talep tarafı katılımı” gibi enerji üretim ve dağıtım yapısının iyice karmaşıklaştığı ve piyasa mekanizmasının güçlendiği bir yapı öneriliyor. Yenilenebilir enerji teknolojilerine daha fazla yatırım yapılması, kaynak ayrılmasını garanti altına almak üzere gelişkin mekanizmalar önerilirken aynı zamanda daha etkin bir piyasa işleyişine -söz konusu piyasanın daha “adil” olacağı iddiasıyla birlikte- işaret ediliyor. Devletlerin mal ve hizmet üretiminde merkezi rol üstlendikleri, üretim araçlarının devlet mülkiyetine geçmesi, planlamaya daha fazla alan açılması gibi uygulamalara köklü bir dönüş olasılığı ne ideolojik olarak ne de emperyalist-kapitalist sistemin özellikle son 30 yılda ulaştığı yapı nedeniyle teknik olarak mümkün.

Emperyalist-kapitalist sistemin krizi ayrı ve kapsamlı bir değerlendirmenin konusu olmakla birlikte 2008 kriziyle birlikte kapanan dönemin devrettiği temel tıkanıklık üretim sürecinde yatıyor, mevcut yapı sömürü oranlarını kâr oranlarının düşüşünü tersine çevirmeye yetecek şekilde artırma olanağını sunmuyor. Son 30 yıl göz önüne alındığında sosyalist sistemin dağılması ve kapitalist restorasyon, Çin’in emperyalist-kapitalist sisteme entegrasyonuyla artı değer oranlarında sağlanan artışın tekrarlanamazlığı bile yaşanan tıkanıklığın derinliğini kavramak için yeterli olabilir. Üretim yapısının yenilenmesi, yeni teknolojilerin kullanımının artırılması, buna uygun organizasyonel değişikliklerin yapılması, finans yapısı başta olmak üzere belli yönleriyle köhneleşen unsurların yeniden yapılandırılması, daha merkezi, güçlü ortak yapı ve düzenlemelere ihtiyaç duyulması, tüm bu ihtiyaçlarla çelişik bir şekilde emperyalist-kapitalist hiyerarşideki bozulmanın onarımı gibi başlıklarda mesafe kat edilmesiyle mümkün görünüyor.

Sermaye düzeni açısından ufuktaki, en “heyecan verici” olanaklardan biri otomotiv sektöründeki dönüşüm. Elektrikli araçlar ve bilgi-iletişim teknolojilerinin araçlarda çok daha etkin kullanımı, önemli bir üretim potansiyeli sunuyor. Dünyada kullanımdaki araç sayısı 1,4 milyara yaklaşırken, yıllık araç üretimi 100 milyon civarında. Kitlesel tüketime ve uluslararası ticarete konu en karmaşık ürünlerden biri olan otomotiv ürünleri, üretim sürecinde geçmiş 30 yıldaki yapının, eğilimlerin köklü bir şekilde değişme ihtiyacı, önemli bir fiziksel ve teknolojik altyapı yatırım ihtiyacını yaratacağı da açık. Bu tekil örnekte sözü edilen fiziksel ve teknolojik altyapının hem ulusal hem de uluslararası ölçekte yeni bir dizi düzenlemeyi ve sermayeler arası uzlaşmayı da gerekliği kıldığı söylenebilir. Üretimin parçalanması ve parça bazında uluslararası işbölümü artışını ifade eden, son 30 yıla en fazla damgasını vuran “küresel değer zinciri” kavramsallaştırmasıyla nitelenen yapı miadını doldurmuş görünüyor. Küresel değer zincirlerinin etkinliği bir süredir daha fazla tartışılırken Dünya Bankası gibi uluslararası finans kuruluşları, mevcut yapının “upgrade” edilmesine yönelik çalışmalar yapmaya, uluslararası işbölümünü yeniden şekillendirmeye yönelik bir mesai yürütmeye başlamış durumda.

Reform ihtiyacı, devletlerin ve uluslararası sermaye kuruluşlarının düzenleme, koordinasyon gibi başlıklarda rolünün artmasına yol açacak. Ancak uluslararası sermayenin son 30 yıldaki kazanımlarının korunması ve hedeflenen dönüşümün yönetiminin belirgin bir şekilde parçası olması, özel fonlara, kurumsal şirketlere, finans kuruluşlarına biçilen misyonlarda belirgin bir şekilde ifade ediliyor. Bu yenilenme girişiminden bir tür “sosyal devlet” kazası çıkmamasının önemli ideolojik güvencelerinden biri de elbette Covid-19 salgınına yönelik devlet müdahalesinde bile “otoriterleşme” görme başarısını gösteren4 liberal refleksler oluyor.

Keza söz konusu refleksin daha iktisadi ifadesini de Acemoğlu şu şekilde özetliyor5:

“Dünya, buna benzer bir krizi 1929 Büyük Buhran ve 2. Dünya Savaşı’nın ardından yaşamış, devletin kontrolü artmıştı. Ancak planlı bir şekilde önce ekonomi canlandırıldı, refah devleti oluşturuldu, sonra sivil toplum ayağa kalktı ve bu sayede demokratikleşme gelişti. Çin’in krizi otoriterlikle aşmasının, diğer Asya ülkelerinin ise otoriterliğe kaymadan aşabilmesinin nedeni, Çin haricindeki ülkelerde sivil toplumun güçlü olması ve devletin gücünü dengeleyebilmesi. Bu ülkelerde devlet ile özel sektör eşgüdümlü çalışarak krizi aştı, halk da tüm önlemlere uydu ve devleti denetledi. Devletin gerçekten kuvvetlenmesi ama bunun da çok iyi denetlenmesi lazım. Tüm dünyada yeni demokratik kurumların kurulması şart.”

Acemoğlu’nun sivil toplumu, ellerinde tuttukları büyük fonlarla bir dönüşümün altyapısını gerçekleştirmeye daha doğrudan ve daha yüksek getiri vaadleriyle ortak olması beklenen uluslararası tekeller tabii ki. 1930’lar, 60’lar, hatta 80’ler dünyasıyla bugün arasındaki tek fark kapitalist ülkeler üzerinde basınç yaratan bir sosyalist sistemin yokluğu değil. Sosyalist sistemin dağılmasının hız kazandırdığı gelişmelerin önemli sonuçlarından biri kamu ve hane halkı tasarrufları gerilerken, özel sektör tasarruflarının artışı oldu. Hiç kuşkusuz kamunun tasfiyesi, serbestleşme ve emek gücü sömürüsünün artışına bağlı olarak sermaye kârlarının artması bu sonuca yol açtı. Ancak aynı sonuç, devletlerin hane halkı tasarruflarını da kullanarak sermaye düzeninin ihtiyaç duyduğu altyapı yatırımlarını gerçekleştirme ve daha orta-uzun vadeli özel sektör yatırımlarını fonlama kapasitesini de azalttı. Nitekim dünyada sabit sermaye yatırımlarının küresel GSH’ya oranının da yüzde 30’lar seviyesinden yüzde 23’e kadar düştüğü görülüyor. Söz konusu tablo, sermaye düzeninin yaşatılabilmesi için sermayenin elindeki fonları daha uzun vadeli getirilere yönelik kullanmaya ikna edilmesini gerekli kılıyor. Elbette böyle bir sürecin sorunsuz işlemeyeceği, sermayenin hareket yasalarıyla daha “düzenlemeci” yönelimlerin çok fazla sürtünme yaratacağı söylenebilir. Ancak çizmeye çalıştığımız çerçevenin emekçiler adına heyecan duymayı sağlayacak, düzen içi kazanımların söz konusu olabileceği bir tabloya açılmayacağını vurgulamak açısından önem taşıyor.

Sermaye değersizleşmesinin realize olma ihtimali artıyor 

Türkiye kapitalizminin içine girdiği iktisadi kriz 2018 yılı Mayıs ayında kur şokuyla birlikte belirginlik kazandı. Geçen bir yılı aşkın sürede düzen, krizden çıkışa ilişkin yönelimleri, arayışları ifade eden somut bir çerçeve, program ortaya koyamadı ya da koymaktan kaçındı. Elbette sermayenin “genel programı” işledi. Sermaye sınıfı, işsizlikteki artış, reel ücretlerin gerilemesi, ağırlaşan çalışma koşullarıyla krizin sonuçlarını emekçilere yıktı. Ancak krizle birlikte sömürü koşulları ağırlaşırken aynı zamanda sermaye değersizleşmesinin de realize olması beklenir. Ki Türkiye kapitalizmi özelinde uluslararası süreçlerin sağladığı geniş olanaklar sayesinde çok uzun süredir idare edilen bir üretken olmayan sermaye sorunu olduğu açık. Krizin bu kümeye yeni unsurlar eklemesi de cabası.

Üretken olmayan sermayenin ayıklanması, üretkenlik farklarının “düzeltmesi” başta olmak üzere sermaye içi düzenlemelerle sermaye değersizleşmesinin realizasyonuna yönelen bir program henüz söz konusu değil. 2001 krizi sonrası uygulanan “Derviş Programı” olarak anılan ekonomi programının bir boyutu kâr oranlarını artırmak üzere işçi sınıfı ve emekçi yığınlara yönelik çok kapsamlı bir saldırıyken bir boyutu da sermayenin reorganizasyonuydu. Finans sektöründen ticaret hukukuna çok kapsamlı düzenlemelerle bir yandan mevcut sermaye değersizleşmesinin realize olması sağlanırken bir yandan da sermayenin içinde serpilip boy atabileceği yeni bir elbise dikildi. 2002-2007 döneminde yoğunlaşan özelleştirme ve serbestleş(tir)meler, bu sürecin hiç kuşkusuz en önemli kaldıracı oldu. Sermaye açısından yaşanan değersizleşme sürecinin sonuçlarının telafisinde kamu kontrolündeki işletmelerin ve alanların özel sektöre devri, söz konusu değer aktarım mekanizması önemli bir rol oynadı. Benzer bir işlevi uluslararası sermaye açısından sosyalizmin çözülüşü, SSCB başta olmak üzere eski sosyalist ülkelerin kapitalizme entegrasyonunun sağladığı da not düşülebilir.

Sermaye değersizleşmesinin tüm boyutlarıyla realize olması ne kadar mümkün, önemli bir tartışma konusu. Türkiye kapitalizminin uluslararasılaşma ve finansallaşma düzeyinin, kısmi çözümlerle idare etmeye izin verme olasılığı, Covid-19 salgınının etkileriyle birlikte azalıyor. Sermaye değersizleşmesinin realize olmasının, toplumsal ölçekte çok büyük bir yıkım anlamına geleceği açık. 2000’lerde yaşanan değersizleşme süreci, emekçi yığınlar açısından geri döndürülmesi çok zor, oldukça derin bir tahribat anlamına gelirken sonuçları tam anlamıyla ölçülemeyen büyüklükte bir göreli yoksullaşma dalgası da yaşandı.

Üretken olmayan sermayenin değersizleşmesinden spekülatif, ranta dayalı faaliyetler anlaşılmasın. Türkiye’de otomotiv, tekstil, beyaz eşya, makine, havacılık gibi uluslararası sermayeye entegrasyon düzeyi yüksek, ana üretici firmaların uzantısı bir tedarik/değer zinciri içinde üretim yapan firmaların hiç azımsanmayacak bölümü üretkenlik çıtasının altında kalmaya müsait, farklı destekler çekildiğinde iflaslar, el değiştirmelerle kolaylıkla karşı karşıya kalabilir. Ayrıca uluslararası sermayenin temel sektörlerde kâr oranlarının düşmesinden muzdarip olduğu bir ortamda uzantılarının üretkenliklerini koruyamayacağı açık. Enerji gibi arz-talep yapısı açısından daha “ulusal” ölçekte değerlendirilebilecek sektörlerde de, devasa özelleştirme dalgasının sonucunda gelinen nokta örtük mekanizmalarla sektörün kamu kaynaklarından fonlanması oldu. Ayrı bir değerlendirme konusu olmakla birlikte 2018 krizi önce enerji, ardından eğitim, ve nihai olarak sağlıkta (kamu bütçesine binen yük de dikkate alındığında) kamulaştırmanın çok daha etkin olduğunu bir kez daha gösteriyor.

Servet vergisi ve fraksiyonuna göre muameleyle sermaye ıslahı mümkün mü?

Türkiye kapitalizmini “düzeltme”ye yönelik bir program nasıl şekillenir, taşıyıcılarının ortaya çıkması hangi siyasi sallantıların ürünü olur, çok net kestirimlerde bulunmak güç. Ancak mevcut siyasi yapının tıkanıklıkları, siyasi iktidarın isteksizliği, sermaye sınıfının ufuksuzluğu, Türkiye’de solun, ilerici birikimin bir bölümünü savrulmalara açık hale getiriyor. Daha uzun başka bir yazıda tartışmak üzere sadece iki konuya dikkat çekmek yeterli olur.

İlki sermaye içinde açık ya da örtük ittifak yapacak kesimler arama alışkanlığından vazgeçilememesi. 2000’ler öncesi Türkiyesi’nde büyük sermaye, orta-küçük ölçekli sermaye (TÜSİAD vs TOBB) ayrımı yapıp sol adına sermayenin belli kesimleriyle ittifak politikası önerileri yapılırdı. Son 4-5 yılda daha belirgin hale gelmek üzere AKP iktidarı döneminde bu ittifak politikası geleneksel sermaye yandaş sermaye karşıtlığı üzerinden kuruluyor. Nitekim Türkiye ekonomisini siyasi iktidarla birlikte büyük bir enkaza dönüştüren süreci, geleneksel sermayeyle de çok açık bağları olan üç beş müteahhite daraltmak, önümüzdeki dönemde sermaye eliminasyonunun sonuçlarının halka ödetilmesini kolaylaştıracaktır.

İkinci konu ise servet vergisi, hane halkı geliri gibi tamamen kapitalizm için telafi mekanizmalarının güçlü talepler olarak sol adına dillendirilmesi. İlkinin, şu anda Türkiye için tartışıldığı gibi zorunlu devlet iç borçlanma senedi alımı gibi mekanizmalarla alır gibi yaparak orta vadede sermayeye daha fazla kaynak aktarmaya yönelik modellere alan açacağı aşikar. Servet vergisi de dahil olmak üzere her tür vergilendirmenin sermaye içi kaynak aktarımı anlamına geldiği, özel olarak vergi, genel olarak mali politika araçlarına yönelik önerilerin önemli bir bölümünün ilk bakışta çok halkçı görünüp emekçilerin kazanımlarının, fonlarının da kolayca sermaye için seferber edilmesini sağlayacağı da hatırda tutulmalı. Gelir desteği talebi için ise reel ücret düzeyini aşağı çekme, kuralsızlığı artırma gibi sonuçlarının olacağını söylemek yeterli. Devletin tüm yurttaşlarına iş sağlaması, temel ihtiyaçlarını karşılayacak ücret talebinin gerisine düşülmemesi gerekiyor.

Kapitalizmi “düzeltme”ye değil, sermaye düzenini bozmaya, büyük enkazın emekçilerin üzerine yıkılmasına izin vermemeye ihtiyaç var.