Yeni Sol’un sıfır noktası 1917’nin, hatta Marx’ın öncesiydi. Avrupa Komünizmininki ise başta Stalin öncesine dönüş ve sonra da Gramsci oldu.

Avrupa Komünizmi, Yeni Sol, Marksizm: Eski tartışmada yeni olan ne var?

Kremlin Duvarı, bir mezarlık olmanın ötesinde, “Sovyet Panteon”u olarak hep ilgi çekici bulundu. 

Yıllar geçtikçe, duvara eklenen isimlerin sayısı arttıkça “Kremlin Duvarı’na gömüldü” Sovyet insanının ezberinde yer edinen bir deyiş haline gelir. Öyleki duvarda gerçek anlamıyla gömülebilecek yer kalmadığında, sadece ölülerin küllerinin duvara yerleştirilmesi söz konusuyken bile bu deyiş bozulmaz. “Hiç olmazsa gerçeğe uygun hale getirelim, ‘külleriyle gömüldü’ diyelim” önerisi bile geri çevrilir.1 Deyiş, Sovyet yönetimi ile iletişim kurduğu kitle arasında sessiz bir anlaşmaya dönüşmüştür. Deyişin gerçeğe uygun hale getirilmesi, gerçekte olmayan bir değişime dair mesaj iletme, tuhaf bir yanlış anlaşılmaya neden olma tehlikesi barındıracaktır. Protokol korunur…

Bu hikaye gerçekle ne kadar örtüşür bilemeyiz;2 ama Sovyet yönetiminin diplomatik mesajlardaki ayrıntılara verdiği önemle ilgili bir şeyler sezdirmesi bizim için yeterlidir. Sovyet yönetimi bir jestin, ağızdan çıkan bir sözün ya da bir belgenin başkaları için ne anlam ifade edebileceğine özen göstermiş, bu konuda önemli bir kültüre sahip olmuştur.

Halbuki 1956’da gerçekleşen tam tersidir.3 SBKP’nin 20. Kongresi “destalinizasyon”un ilan edildiği travmatik bir dönemeç olur. Hruşçov ünlü “Gizli Konuşma”sını yapar; sadece Sovyetler Birliği değil tüm dünya ve elbette Avrupalı komünistler Stalin’i kendi tarihlerinden çıkarmanın peşine düşerler. Günah keçisi bulunmuştur. “Stalin kültü”nün ortadan kaldırılması bu sefer “Stalin kültünün ortadan kaldırılması kültü” haline gelmiştir.

56’da Sovyetler Birliği’nde Hruşçov ile atılan adımın önemli özelliği “geçmişin yükü”nden kurtulma, Batı ile yeni bir düzlemde yeni bir temasın yollarını mümkün kılma arayışıydı. “Barış içinde bir arada yaşama” politikası bu perspektifin birürünü oldu.

Bu perspektifin marksizm-leninizmin sınırlarını aşıp aşmadığı ya da dışpolitika açısından gerçekçi olup olmadığı yalnızca dünya komünist hareketini değil Sovyet ülkesinin kendi geleceğini de ilgilendiren en önemli problemlerden biriydi. Öte yandan, 20. Kongre’nin mesajı dünya komünist hareketi açısından çok netti: Artık zamanı gelmişti, Avrupa komünizmi kendi yolunu izlemeye başlayabilirdi.

Üstelik “ayrı bir yol” izleme arayışına zemin hazırlayan birikim hem Avrupa komünist partilerinde hem de zamanla sayısı artmış ve artık bir öbek haline gelmiş “Yeni Sol”da mevcuttu. Hruşçov bir mekanizmayı tetiklemiş oldu. Bize bıraktığı en büyük ders siyasette kolaycılığın nasıl ciddi sonuçları olabileceğidir.

Peki Avrupa nasıl bir geçmişe, nasıl bir birikime sahipti de Hruşçov’un mesajı farklı bir arayışın kapısını aralayabildi?

Sosyalizme giden alternatif yollar

Komünist hareketin tarihi, eğer kendinden menkul ahlaki değerlerin teorileştirilmesini ya da siyasallaştırılmasını düşünmüyorsak, marksizmle başladı. Halbuki marksizmin doğuş döneminin asıl tartışması hiçbir zaman yok olmadı. Komünist Manifesto’da anlatılan farklı sosyalizm ve komünizm türlerini anımsayalım; ama bugün, 21. yy.’da dönen “komünist alternatif” tartışmalarını da unutmayalım. Temel tartışma konusu hala aynı: Kapitalizmden kurtulmak istiyoruz; bu “etik” mi yoksa “bilimsel” bir temelde mi yükselebilir? Bu ikisi arasındaki ilişki nasıl kurulabilir ve bu ilişkiden nasıl bir siyaset ortaya çıkarılabilir? Mücadele ediyormuş gibi yapma tuzağına düşmeden nasıl “antikapitalist” olunabilir? Dogmatizme ve “stalinizme” düşmeden nasıl ilerlenebilir? İşte bugün tartışmayı yürüttüğü düşünülen karakterler bu soruların altında ezilmekten kurtulamadı. Kolay ya da garanti çözüm arayışı tartışmaların farklı uçlarını oluşturdu. “Eski tartışma” budur. Manifesto’dan Avrupa Komünizmine, oradan da bugün Badiou ve Žižek’te cisimleştiği şekliyle “Komünizm Hipotezi”ne uzanan bu tartışmanın bir sürekliliği bulunuyor.

“Eski tartışma”ya marksizmin verdiği yanıt elbette “bilimsel sosyalizm”dir. Ancak tarihten öğrendiğimiz bir ders varsa o da bu üçlünün, yani “bilim-etik-politika”nın arasındaki ilişkilerin sanıldığından daha karmaşık ve dinamik olduğudur. Hem teori hem de politika düzleminde atılacak adımlar bu karmaşıklığın ve dinamizmin gerektirdiği ciddiyeti arkasına almalıdır. Burada kolaycılığa yer olmadığından bahsettik. Burada, adımı atan öznenin kendi eylemiyle kurduğu sorumluluk ilişkisine, bu ilişkinin kısa ve uzun dönemli ürünlerinin yaratacağı “mesaj etkisi”ne yer vardır. Bunların teorideki karşılıkları üzerinde ciddiyetle durulması gerekir.

Öte yandan, bu “eski tartışma” devrimci altüst oluşların, başarı ve yenilgilerin üzerinde, farklı tarihsel dönemlerin ürünü olarak yeniden ve yeniden gündeme geldi. Her dönem hem teoride hem de siyasal pratikte belli bir deney birikimi yaratırken; bu sefer yeni bir “proje” yaratmak hedefiyle geleceğe bakan isimler de bu birikimle nasıl ilişkilenmeleri gerektiği kaçınılmaz sorusuyla karşı karşıya geldiler. Sovyetler Birliği ve Stalin 20. yüzyılın tüm tartışmalarını belirledi. “Eski tartışma” bu belirlenimin sınırları içerisinde yeni biçimleriyle gerçekleştirildi. İşte bu süreklilik Avrupa Komünizmi ve Yeni Solu “Komünizm Hipotezi” ile birleştiriyor; projelerini ortaya koyarken belli tercihlerde bulunan karakterler ise tercihlerinin bütünsel sonucu olarak bir tür “mesaj etkisi” yaratıyor.

Bununla birlikte, “eski tartışma”nın açtığı sorulara tarih boyunca pratikte verilen yanıtlar elbette belli bir mesafenin alınmasını da sağladı. İkinci Enternasyonal sosyalizmi bu tarihin bir yerine denk düşse de leninizm, Marx ve Engels’ten devralınan mirasın asıl sahibi olarak kendisini gösterdi. Rusya’da devrim bunun böyle olduğunu Avrupalı devrimcilere de ispat ediyordu. 1914-1924 aralığında Avrupa’da devrim rüzgarı esiyor, Bolşevizm ise Avrupalı devrimcilere bir yol gösterici olarak görünüyordu. Bu dönem Avrupa’daki sosyalist partilerden komünist partilerin yaratılma süreci oldu. Bolşevizasyon hızla gerçekleştirilmeliydi. Geleneksel komünist partiler bu geniş sosyalist hareketin içerisinde bir ayrışmanın sonucunda ve Komintern ilkelerine göre bir yeniden kuruluşla varlık kazanabildi.

Kim ne derse desin bu “yeni tipte bir parti” idi.4 Ancak bolşevizasyon siyasal, kültürel ve hatta teorik yönleri itibariyle oldukça zengin bir süreç olmak zorundaydı. Parti kurmak, Parti olabilmek zaman ve emek isteyen bir süreçti. Ama Avrupa en azından İkinci Dünya Savaşı’nın sonrasına dek hızlı yaşamak zorunda kalacaktı. Rusya’da başlayan ve tüm Avrupa’yı etkisi altına alan devrimci kabarış hız gerektiriyordu. Hız hem devrimin öznesi olacak partilerin inşa edilmesi hem de yeni doğmuş Sovyet ülkesinde devrimin korunması anlamında sert yer değiştirmeler anlamına geliyordu. Aradan çok zaman geçmemişti ki bu sefer başka bir basınç unsuru partilerin manevralarına yön verdi: 30’lar Avrupa’sına faşizme karşı mücadele damgasını vurdu. Yine çok zaman geçmedi ve bu sefer de 2. Dünya Savaşı’nın kaçınılmaz ürünü olarak Sovyet ülkesini, sosyalizmi korumak; işgale karşı direnişleri örgütlemek Avrupalı komünistlerin ana gündemi haline geldi.

Bu manevraları Avrupa’da komünizmin bağımsız gelişiminden, olağan gidişattan sapmalar olarak göremeyiz. Bu anlamda Sovyet ülkesinin korunması stratejisi sürecin bütünü itibariyle sosyalizmi koruduğu ve savaş sonrasına güçlü bir sosyalizmi devredebildiği için Avrupa’da komünizmin güçlenmesini temelini de örmüş oldu. Ya da direniş komiteleri, komünizme “olağan” seyrinde bulamayacağı olanakları da bahşetmişti ki savaş sonrası Avrupa’sına bakıldığında bir siyasi hareket olarak komünizmin gücü, yerleşikliği tartışılamaz hale gelmişti.

Öte yandan, bolşevizasyonun hızla gerçekleştirilmek zorunda kalındığı dönemecin zorlukları bazı yan etkiler de üretmişti. Bu yan etkiler çözülemeden bu sefer de yeni dönemin sert manevraları bir gereklilik olarak Avrupalı komünistlerin önlerine çıktı. Bu durum, sert manevraların olumsuz etkilerinden korunmayı sağlayacak bir bağışıklık sistemini henüz olgunlaştıramamış bu partilerin “biriktirmesine” de neden oldu. Bu olumsuz etkilerin izlerini geriye dönük takip etmek “işte şu noktada iş bitmişti” denilebilecek türden bir kolaycılığa alan tanımamalı;  ama gerek parti kadrolarının özellikleri, gerekse parti mekanizmasının kendisi ve ittifaklar düzeyinde atılan adımlar, İkinci Enternasyonal ruhunun bazı unsurlar üzerinden yeniden canlılık kazandığını bize gösterir. Bu arızalar zaman zaman nesnel süreçlerin imkan tanımaması zaman zaman ise öznel eksiklikler yüzünden ortadan kaldırılamadı. 

Komünist partilerde böyle arızaların çözüme kavuşturabileceği ya da bu arızaların bir patlamayla ortaya çıkıp partiyi işleyemez hale getirebileceği koşullar bazen benzerlikler taşıyabilir ya da birbirine karıştırılabilir. Avrupa komünist partileri 70’lerde böyle bir geçiş sürecinin içine girdiler. 

56’da komünist harekete destalinizasyon üzerinden verilen itki Avrupalı komünist partileri eğer bir değişim düşünüyorlarsa hangi yoldan uzak duracakları konusunda uyaran temel belirleyen oldu. 56’dan sonra giderek bir düşünce yerleşti: Avrupa’da sosyalizme giden yol Rusya’dakine benzemek zorunda değildi. Avrupa, hatta tek tek ülkelerin her biri kendine özgü sosyalizm yollarına sahip olabilirdi. Gerçekte bu ayrım Avrupa’da barışçıl, tedrici, parlamenter ya da demokratik bir yol üzerinden sosyalizme varılması anlamına geliyordu. 

Geriye dönük izleri sürüldüğünde fark edilebilir ki bu yönde sesler başta İtalyan, Fransız ve İspanyol partilerinden (PCI, PCF, PCE) bir süredir duyulabilmektedir. Örneğin Togliatti’nin daha yıl 1935 iken İtalyan partisinin bir kitle partisi olacağı yönünde ipuçları verdiği göze çarpar. Yine Thorez’in 46’da Times dergisindeki demecinde Fransız partisinin farklı bir yola gireceğinin, Partinin geleceğinin demokrasinin ilerlemesiyle bağlantılı olduğunun söylenmesi Avrupa Komünizminin müjdesinin verildiği anlamına da gelmektedir.5 Örneklerin sayısı çoğaltılabilir; ama bu örneklerin net bir patika değişikliğine dönüşmesi ya da açıkça ilan edilebilmesi 70’leri bulmuştur. 70’lerde PCI, PCE ve PCF “Avrupa komünizmi” denilen alternatifi masaya koymuş, “proletarya diktatörlüğü” programlardan çıkarılmıştır.6

Aslında, bahsettiğimiz uzun dönem, bir yandan bu partileri büyüten, diğer parti ve sınıflarla geniş ittifaklara dahil eden, devletle yakın bağlar kurmalarına neden olan dönemeçleri yaratmış; diğer yandan da bu partilerin eskiden beri taşıdıkları hastalıkların katlanarak büyümesine neden olmuştur. Avrupa’nın iktisadi rahatlığı, göreli refah ortamı “eski tip” devrim beklentisini büyük ölçüde rafa kaldırmıştır. Gündemde olan artık geniş ittifaklar ve adım adım hükümete doğru ilerleyen bir stratejidir. 

Avrupa partileri zaten uzun zamandır parlamentoya sıkışan bir siyaset yürütmektedir.7 Bu doğrultuda, ideolojiden ve Partinin bağımsızlığından, özellikle de İtalya’da, büyük tavizler verilmiştir. Bu partiler yüksek oy oranlarına yerleşmişler, hükümette yer almışlar, bakanlıklar elde etmişler; bir diğer deyişle son derece “devletli” partiler haline gelmişlerdir. Fakat yine de bunun ötesine geçememişler, sosyalizmin önünün açılacağı düşünülen çıta bir türlü aşılamamıştır.8

Bir patinaj hali göze çarpmaktadır. 68’de buna komünizm dışı sol alternatiflerin artan basıncı da eklenmiştir. Artık sadece işçi sınıfı yoktur; yeni, başka toplumsal hareketlilikler de sahnededir. 68 bir de Sovyetler’in  Çekoslavakya’ya müdahalesini getirmiştir. Tüm bunlar, 56’da Macaristan’da gerçekleşenlerle bu başlıklarda zaten hassaslaşan bu partileri iyice yolun dışına ittirmenin zeminini yaratmıştır. 

Bu dönemeçte Avrupa solunda iki tür alternatif kendisini belli eder. Yeni Sol, Sovyet sosyalizminin tarihsel mirasını tamamen reddeden bir çerçevede kendisini bir süredir kurmaktadır. Dağınık, farklı reflekslere sahip sol ve sağ topluluklardan oluşan Yeni Sol bir siyasi alternatife evrilemeyeceğini göstermiştir; fakat önemli bir yeri işgal etmekte, komünizmi teorik ve ideolojik bir basınca maruz bırakmaktadır. Avrupa Komünizmi ise yeni kitlesel hareketliliklerle buluşmayı, daha geniş ittifakları mümkün kılmayı kısacası komünist olmanın getirdiği “kısıtları” aşmayı sağlayacak başka bir seçeneği aramaktadır; ama üzerine bastığı kökenin mirasını da tamamen reddedememektedir.

Avrupa Komünizmi, yönünü kaybeden Avrupa partilerinin bir geçiş dönemidir: Geldikleri geleneksel köken ile sonunda varacakları sosyal demokrat nokta arasındaki bir geçiş dönemi. Avrupa partilerinin bir değişime ihtiyacı olduğu kesindir; fakat mevcut şartlar altında bu değişimin leninist ve devrimci bir yönde olması için fazlaca nesnel ve öznel engel bulunmaktadır. Nitekim, değişim gündeme geldiğinde buna doğrudan itiraz etmekten ziyade genel tepki “sağ” ya da “sol” eleştirileri biçiminde gerçekleşir. Avrupa Komünizmi 70’ler boyunca Yeni Sol’un belli başlı isimlerinden (ve aynı zamanda kendi içinden) sert eleştirilere maruz kalır.

Kendi içinden gelen eleştiriler, leninizm ve devrim perspektifi muhafaza edildiği oranda yeni parti oluşumlarına yol açabilmiştir; fakat Yeni Sol’dan gelen eleştirilerin geleceği daha farklı bir seyir izlemiştir. Ne kadar farklı bölmesinde gelirse gelsin Yeni Sol’un eleştirileri bir odakta toplanır: Avrupa komünist partileri Sovyetler Birliği ile olan bağlantılarından ve “stalinist” geçmişlerinin izlerinden bir türlü kurtulamamaktadır. Bu temel eleştiri, ekonomist oldukları için sosyal demokratlaştıkları, stalinist oldukları için bürokratik parti yapılarını korudukları, fazla “işçici” ve parlamentarist oldukları için asıl devrimci hareketlenmelerin önünde engel teşkil ettikleri biçimindeki yorumlara dönüşür.

Halbuki bu iki kulvar, yani sosyal demokratlaşma eğiliminde ilerleyen Avrupa Komünizmi ve bir türlü ayrı bir siyasi alternatife evrilemeyen Yeni Sol, önlerindeki en büyük engel kalktıktan sonra hızla yan yana gelecektir.

Avrupa komünizminin kabaca 75 ile 80 yılları arasında süren değişim pırıltısı seçim yenilgileri, üye kayıpları ve bölünmeler ile hızla sönümlenir. 80’ler aynı zamanda sermaye sınıfının karşı saldırısının başladığı bir dönemdir. Thatcher ve Reagan sağının yükselişi solun iç kafa karışıklıklarını düzleyici bir etki yaratmış, kafaların bir anda başka bir yöne doğru dönmesine neden olmuştur. 80’ler başta PCI olmak üzere Avrupa Komünizminde Sovyet bağlantısının kopuşunun ilan edildiği yıllar olur. Önemli bir dönemeç Solidarność’un desteklenmesidir. Avrupa komünizmi de Yeni Sol da bu başlıkta kendini aynı kulvarda buluvermiştir.

Antiotoriterlik yükselen bir motif olmaya başlamışken Garbaçov reformları da bir başka güçlü mesaj etkisi yaratır bu partilerde. 89’da Berlin Duvarı’nın yıkılışı bir “özgürlük” getirir, 90’larda Sovyetler’in yıkılışı ise nihai “kurtuluş” olur.

Aslında Avrupa Komünizmi kendi enkazının altına çoktan girmiştir. PCF hariç bütün partiler isimlerini hızla değiştirir, komünizmle bağlantılarını her bağlamda koparırlar.9 İşte bundan sonrası hızlı bir yeniden partileşme dönemidir. Yeni partiler kurulur, ortak platformlara çağrılar yapılır.10 Bu yeni partilerde eski komünistler, Yeni Solcular, sosyal demokratlar bir aradadır. Eleştirinin temel öğesi ortadan kalktıktan sonra oluşan vakum bu öğeleri kendi içine çeker. İngiltere, Fransa ya da Almanya’da bu birleşme “Yeşiller”, sosyal demokrasi ya da başka sol popüler oluşumlarda gerçekleşir. En “sol” öbekler dahi ayrı bir siyasal kulvar oluşturamadıkları ölçüde ya sönümlenir ya da sosyal demokrasinin, radikal veya popülist solun bir yerine eklemlenmiş ve oradan öteye geçemeyen gruplara dönüşür. 

Daha ilgi çekici örnek ise elbette SYRİZA’dır. Doğrudan Avrupa Komünizminin uzantısı değildir; fakat komünizmin krizinin ve Yeni Sol ile birleşme döneminin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. SYRİZA’nın düşünce kuruluşu diyebileceğimiz “Nicos Poulantzas Enstitüsü” ismini bir Avrupa komünistinden almıştır.

Bütün bu ayrı düşme ve birleşme öyküsünün zengin ve önemli bir teorik arkaplanı mevcut. Bu teorik arkaplan, daha doğrusu teorik projeler, sanıldığından çok daha fazla politika belirlenimli ve bu açıdan detaylı bir analizi hak ediyor. Ama bu analize gelmeden önce Avrupa Komünizminin bazı iç farklılıklarına değinmek de faydalı olacaktır. Çünkü neyin ortak neyin farklı olduğu konusunda düşünürken teori alanında dönen tartışmalara da bir giriş yapmış olacağız.

Avrupa Komünizminin üç ana ülkesi İtalya, İspanya ve Fransa’dır. Farklılık başta Fransa ile İtalya, PCF ile PCI arasındadır. Avrupa Komünizminin nüveleri ve en cüretli çıkışı İtalya ekseninden gelmiştir. Burada kadrolar açısından bir sürekliliği takip etmek de daha kolaydır. Gramsci, Avrupa Komünizminin (ve aslında Yeni Sol’un da) en önemli teorik beslenme kanallarından biri olmuştur. Ama Gramsci herhangi bir entelektüel de değildir. Rus Devrimi’nin enerjisiyle komünistleşen bir Partili aydındır. Gramsci’nin mücadele arkadaşı, PCI’nin ve Komintern’in ünlü Togliatti’si de bir Partili aydındır ve güçlü bir figürdür. Savaş sonrasında İtalya’ya döndüğünde PCI’nin önüne bir demokrasi ve ittifaklar programı koyar; ama bu programın imzasının Rusça değil İtalyanca olduğunu düşünmek gerekir. Bu anlamda örneğin Thorez’den “daha bağımsız” bir figür olduğu da sıkça dile getirilmiştir.

Berlinguer, İtalyan partisinde Avrupa Komünizminin simge ismidir. Berlinguer’in kuşağı (bizzat kendisi Togliatti’nin öğrencisi sayılır) Parti’yi ilk İtalyan komünistlerinin öğrencileri olarak devralmışlardır. Fakat bu sürekliliği mümkün kılan asıl şey bu kadroları var eden koşullardır. Togliatti, Parti’nin stratejisi söz konusu olduğunda, Yunan komünistlerinin mücadelesinin trajik sonuçlarını terbiye edici bir anekdot olarak sıklıkla kullanmıştır. “O hataya düşmemek gerekmektedir.” Bir yanıyla çok tanıdıktır: Benzer bir alerjiyi Kautksy’nin 1871 Fransa’sından çıkardığı hatalı sonuçlarda görmek mümkündür.

Yıllar sonra Berlinguer, artık bir sınırın kalmadığı ittifak programını, “tarihsel uzlaşı”yı gündeme getirirken yine Yunanistan örneğine geri dönecektir.11 İtalya’nın tarihi buna ortam hazırlayan bir faşizm geçmişine sahiptir. İtalyan komünistleri de bunu her tür devrimci radikalizmi engellemek amacıyla kullanmaktan çekinmemişlerdir. Bir benzeri İspanya’da da mevcuttur. İç savaş geçmişi, Franco faşizminin derin izleri PCE’nin Avrupa Komünizmi yolunu hazırlayan önemli koşulları oluşturmuştur. Ve artık tipiktir, Carrillo da kendi Partisini cüretli Asturias grevinin yenilgisi ve sonuçları üzerinden uyarmaktadır.

Fransa’da ise durum biraz daha farklıdır. Birincisi, İtalya’dan farklı olarak Sovyetler’in dışpolitikası için daha kritik bir öneme sahiptir. Ama Gaullizm Fransa’yı Atlantik’ten uzak tutan dışpolitika olma işlevini uzun süre sürdürmüştür. Fransa’nın en tepeye yazacağı bir faşizm sorunu yoktur ama bu kılıfa sığan bir “de Gaulle sorunu” vardır. Fransa’da toplumsal hayatın seküler yapısı İtalya’daki gibi bir “Katolik sorunu” dayatmamaktadır. Fransa’da bunların yerini daha belirgin bir “antitekel ittifak” alır. Fakat PCF partiler arası ittifakı bozmak, kendi çizgisini korumak anlamında PCI’den daha “eli rahat” davranabilmektedir de.

Daha ilginç bir özellik bu partilerin üye bileşimiyle ilgilidir. PCI daha en başından “popüler” bir parti olmuştur. Parti’nin tarihinde de üye bileşiminde de köy kökenlilerin ve entelektüellerin oranı ve etkisi önemli bir yere oturur. PCF buna kıyasla net bir işçi partisidir.12 Durum Parti’nin üst kademelerine çıkıldıkça da varlığını korur. Hatta bizzat Thorez’in kendisi maden işçiliği kökeninden gelen kendi kendini yetiştirmiş bir aydındır. Fransız entelektüelinin Partinin bir halkasında (hatta içinde) bulunduğu doğrudur; ama bu konum İtalya’daki gibi bir etkiye ulaşamamıştır hiç.13

Bu durum 60’lar ama özellikle 68 sonrasında değişmeye başlamıştır. İki büyük partide hem üye bileşimi hem de örgütlerin yapısı, değişen toplumsal tabakaların yansımalarına açık hale gelmiştir. Yaş ortalaması, yüksek öğrenim düzeyi, mesleki kompozisyon, entelektüellerin ağırlığı değişmektedir. Buradaki gelgitlere en dirençli parti olan PCF’de bile değişim göze çarpar; ama asıl değişim PCI’de gözlenir. Diğer partilerden, radikal soldan ya da Katolik öbeklerden katılım artar; Parti’nin değişen stratejisine uyumla değiştirilen örgütsel yapısında birimler giderek “kağıt üstünde” bir hale bürünür.14 Bu değişimler 45 sonrasının tarihsel tercihinin ürünü olarak bu partileri birer kitle partisi durumuna getirmiştir.

Avrupa Komünizminin çıkış uğrağında, 70’lerin sonlarında alınan düşük oylar ile partilerin üye sayılarındaki radikal azalışın bu kadar paralel olabilmesi bir leninist örgütün uzun zamandır var olmadığına bizi ikna eder. Bu partiler uygun koşullar oluştuğunda bütün yükü atmaya razı hale geldiler ve uygun koşullar oluştu. Bu anlamda, böyle bir yükten hepten arınmış olmak marifetiyle kendini var eden Yeni Sol’un müstakbel yol arkadaşları oluvermişlerdi. Geleneksel sola alternatif olarak çıkan bu iki kulvar, bir şey olamadıkları ölçüde birbirleri oldular. 

Değişimin ve birleşmenin politik ya da tarihsel zemini hakkında daha fazla şey söylenebilir. Ama burada kısa kesip bir kavrama odaklanmamız gerekiyor. Bizi farklı komünizm arayışları ve bunlarla bağlantılı yürüyen teorik yer değiştirmeler arasındaki zengin matrisin sonucuna götürecek olan anahtar kavram “proje”dir.

Avrupa Komünizmi, tarihsel tercihlerinin sonucu olarak çıkışsız kalmış, komünizmi Avrupalı bir kimlikle yeniden kurmak istediğinde bir kimlik bunalımına girmiş, bu bunalımdan kendisini en başından beri var eden geleneksel kimliği tamamen yok ederek, yani aslında kendisini de yok ederek çıkabilmiştir. Bu bir Avrupa Komünizmi projesidir.

Yeni Sol, tarihe bakınca büyük ölçüde utanılacak bir şey görmüş, bu geçmişi reddettiğinde kolayca yeniden başlayabileceğini düşünmüş, bu kolaycılığın ürünü olan bir seçmecilikle tarihe geri dönüp bakmış ve eline aldığı tarihsel-teorik materyalden hiçbir şey çıkmayacağını anladığında hızla düşman sulara yelken açmıştır. Bu proje Sovyetlerden, hatta giderek marksizmden bağımsız bir sol gelişimin tarihini, teorisini yaratmaya soyunmuştur.

İki proje de siyasal açıdan iflas etmiştir ama artıkları bugün bazı partilerde, dergilerde, akademik kürsülerde kendine yer bulabilmiştir.

2000’ler ise projeyi bazı açılardan yeniden ele almanın koşullarını yarattı; Sovyetler’in yıkılmasından umduğunu bulamayan bazı solcu, radikal entelektüelleri yeni arayışlara itti. “Komünizm hipotezi”, bir tür komünizm projesi olarak, geçmiş birikimin mayın tarlasında ürkekçe ilerlemeye çalışan bu entelektüellerin çabasını ifade ediyor.

Proje bir gelecek sunusudur kuşkusuz; ama aslında bundan daha geniş bir kapsamı ifade eder: Geçmişten devralınacakları ya da reddedilecekleri belirleme, bu bütünsel tavrın sonuçlarını kestirme, kendi devamlılığını yaratacak dinamikleri gözleyebilme ve bir yerden sonra da sınır koyma işidir.

Hruşçov’un ve sonrasında Garbaçov’un bir projesi vardı: Sovyetler Birliği’nin, komünist perspektifin güncel sorunlarına içeride ve dışarıda bazı çözümler getirmekti amaç. Avrupa Komünizminin de bir projesi vardı. Bu projeler fazlasıyla kolaycıydı, bu görülüyor. Fakat proje sadece iflas etmekle kalmadı, tetiklediği dinamiklerin, yaydığı mesajın ağırlığı altında çaresizliğe savruldu ya da yarattığı tablo karşısında dehşete kapıldı. Sınırın aşılmasından sonrası ise artık başka bir projeydi.

Teoride de projeler ve mesajlar vardır. Üstelik siyasal problemlerle son derece yakından ilişkilidir. İkisini ne kadar ayırmaya kalkarsanız kalkın eğer ortadaki “proje” sıfatını hak edecek bir şey ise birlikteliğin kaçınılmaz olduğunu görürsünüz.

Althusser burada yeniden önem kazanıyor; çünkü Avrupa Komünizmi ile Yeni Sol’un çeşitli varyantlarının,  bugünkü farklı komünizm projelerinin tam merkezinde duruyor.

Yeni bir materyalizmin arayışında

“Eğer buraya kadar bizi izlediyseniz pratiğimizin gerçekten böyle olduğunu görmüşsünüzdür. Başından beri, felsefeden ancak felsefe içinde belirli bir mevziye yerleşerek söz edebildik. Oysa, felsefe içinde bir mevzi, Rousseau’nun İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı Üzerine Söylev’indeki vahşisinin ormanın bir boş köşesini işgal etmesi gibi işgal edilemez. Felsefede her mevzi önceden işgal edilmiştir. Orada, bir mevzi ancak o mevziyi elinde tutan hasma karşı işgal edilir. Bu da kolay iş değildir. Gerçi bu işin ‘sözcükler’ düzeyinde gerçekleştirildiğini biliyoruz. Ve sözcük işitmekten daha doğal bir şey de olamaz. Ama bunlar  rastgele sözcükler olamazlar ve bunun da ötesinde birbirleriyle tutarlı bir bütün oluşturmalıdırlar. Yoksa her biri bir başka yöne kayarsa hiçbir yeri, hiçbir mevziyi tutamazlar. İşte aramızda geçen buydu. Belki zaman zaman size önceden hazırlanmış bir söylem sunduğumuz izlenimini edindiniz. Pedagojik (didaktik) açıdan belki, ama felsefi açıdan hayır. Gerçekte, size söyleyebildiklerimizi uzun bir çaba sonucunda kazandık; aynı zamanda bir mücadele olan düşünsel bir çaba. Ve eğer size örnek olabildiysek, öyle olsun: şimdi artık sıra sizde.”15

Althusser’de dağınık halde pek çok tema bulmak mümkündür. Açık ki bir sınır çekme sorunu da vardır. Ama temelde bunların tümü tek bir projeyi ifade eder. Althusser, bir parçası olduğu komünist hareketin (PCF) ve bununla bağlantılı olarak marksizmin sorunlarını çözecek bir büyük hamle düşünmüştür. Aslında yukarıdaki alıntıdan ve PCF kongrelerindeki açıklamalarından16 sınır koyma sorununun önemini bildiğini teslim edebiliriz. Fakat Althusser’in deyimiyle bir tür “marksizmin krizi” anı yaşanmaktadır.17 Krizden anlaşılan bir yeniden toparlama işleminin gerekliliğidir. Althusser bu tespitinin gerektirdiği bir cüret ve serbestlikle bakmıştır teorik topografyaya.

Yani şurası da yeterince açıktır ki dönem, yeni çıkışlara uygun bir iklim yaratmıştır. Oysaki içinden geçilen dönemin yükü ve örgütlerin kılavuz işlevi göremeyecek bir dağınıklığa sahip oluşu bu avangart çıkışların mantıksal sonuçlarına dek götürülmesinin ve tamamen bir kopuşla sonuçlanmasının da önünü açmıştır. Destalinizasyon kültü, Althusser’in projesinin sınırlarına etki eden en önemli olaydır. PCF’nin parlamentarizm, aşamacılık ve giderek reformizme dönüşen problemlerinin kökeni olarak Stalin’den miras alınan “resmi marksizm” görülür. Bunun teorik plandaki yansıması da ekonomizm, indirgemecilik, idealizm ya da hümanizm olur. 

Althusser bu başlıklarda Parti’yi ittirmeyi denemiş;18 fakat burada ilerleme sağlayamadığı oranda kendini daha serbest hareket eden bir pozisyonda bulmuştur. Bir diğer basınç unsuru da 68 hareketlilikleri olur. Althusser bu hareketliliklerdeki maceracılığa prim vermese de 68’in açtığı dönem bir bütün olarak Althusser’i bir yere doğru ittirmiştir. Her deneme sonrasında bazı sorunlarla karşılaşan Althusser bir sonraki adımını attığında daha önce yazdıklarıyla da gerilime düşmüş ve sınırları cüretle genişletilen proje bir bütün olarak kimliksizleşmeye başlamıştır.19 

Bu noktada Althusser’in bir marksist olarak sınır tanımamaya başladığını söyleyebiliriz. Geçmişe ve kendi dönemindeki gelişmelere baktığında kafa yorabileceği ya da ilham alabileceği değil, doğrudan marksizme dahil edebileceği teorik tutamak noktaları görmüştür. Bu anlamda, Althusser’in “tuttuğu mevziler” ve “seçtiği sözcükler” marksizminin ana omurgasını sarstığı oranda projesini sonsuzluğa terk etmiş, sivriliğinin sınırları korunamadığı ölçüde de başkalarına cesaretlendirici mesajlar olarak gitmiştir.

Avrupa Komünizminin ve Yeni Sol’un teorik inşasına girişen karakterlerin dünden bugüne izlediği patikayı anlamaya çalışırken işte Althusser’in projesindeki bu iç gerilimlere daha fazla kafa yorulması gerekiyor. Althusser teorideki büyük dönemecin asıl ismidir. Çünkü ardıllarının neredeyse tamamı Althusser’in cüretli alan genişletme çabalarından cesaret almış ya da açıldığını düşündükleri yeni kulvarlara odaklanarak ilerleyebilmişlerdir. Bazı isimleri belirlemek istersek Poulantzas, Laclau, Badiou ve Žižek bize bir doğrultu verecek önemli isimler olarak belirginleştirilebilir.

Aslında marksizm bu kadar rahat davranılabilecek bir teorik seçmeciliğe pek uygun değildir. Teori, elbette ki geçmiş birikimin süzgeçten geçirilmesinin bir ürünü olarak ortaya çıkabilir; teorik kaynakların, geçmiş teorisyenlerin belli sadeleştirmelere ve belli seçimlere uğratıldığı bir kurgudur. Ve burada fazla dengeci ve sağlamcı olmak da fazla sınır dışına çıkmak da riskler barındırır. Bu risklerin sonuçları kontrol edilmelidir. Bu anlamda tam da Althusser’in belirttiği gibi, tutulan pozisyonlar, verilen referanslar hem bir bütünlüğe oturmalı hem de verdiği mesajlar itibariyle önünü görebilmelidir. Althusser’in ise önü açıktı ve o da yürüdü.

Projesinin en önemli teması marksizmi hümanist ve idealist (teleolojik) lekelerden temizlemek ve tabir uygun olacaksa “yeni bir materyalizm” inşa etmektir. Althusser, Sovyetler’e, Stalin’e ve PCF’ye baktığında ideolojinin teorileştilirmesini, bunun siyasal pratiklere doğrudan yön verişindeki kestirmeciliği görmüştür.20 Hümanizm ile kavgası marksist siyasal pratiğin ayağını basabileceği, böylesi önsel etik belirlenimlerin olmadığı bir zemin yaratmaktır. Tarihi sonu belli bir gidişata sahip bir şey gibi düşünen ya da bununla akraba olan her tür teorik malzemeyi reddetmiştir. Hegel açık ki burada karşı mevzidedir. Spinoza’ya dönüşü, tüm o “yapısalcılık” tartışmaları Althusser’in, hedefindeki projeye ulaşabilmek için tuttuğu mevzilerdir büyük ölçüde. 

Buna giderek ideoloji tartışması da eklenir. Bu sefer PCF’nin devlet içerisinde tuttuğu pozisyon ve proletarya diktatörlüğünü terk etme eğilimi teorinin “ön planındaki” temel itki olur. Çok bilinen “Devletin İdeolojik ve Zor Aygıtları” bu itkinin ürünüdür. Althusser’in uyarısı oldukça nettir esasında. Devlet son tahlilde ele geçirilecek bir aygıtlar bütünüdür ve burjuvazinin sınıf egemenliğindedir. Bu yokmuş gibi davranmak, sosyalizme giden yolu devlet içerisinde büyüyen pozisyonlardan ibaret görmek hatalıdır.21 Zaten Parti de, toplum da devletin ideolojik aygıtlarının o ya da bu şekilde “içerisindedir”. Zor aygıtları iktidara doğrudan bağlıdır ve açık bir yarılmaya uğramadığı sürece ele geçirilemez. O halde “sınıf mücadelelerinin bir numaralı hedefi” bu aygıtlardan “ideolojik” olanlara odaklanmaktır.22

Fakat bu teorik adım, ideolojik mücadelenin siyasetle ilişkisinin nasıl kurulduğu netleştirilmediği ölçüde belirsizlikte kalacaktır.23 Althusser bu konuda tatmin edici olmaktan uzaktır. Diğer yandan Althusser’in hamlesi domino taşı etkisiyle başka “teorik” sorunları gündeme getirir. Örneğin ideoloji ile ekonomi, daha doğrusu üstyapı ile yapı arasındaki ilişkinin artık yeniden tasarlanması gerekir. Althusser daha projesinin en başından beri ekonomik determinizmin siyasal geri pozisyonlara (demokrasi hedefi, aşamacılık) meze edilmesinden rahatsızdır: Komünizmin kaçınılmaz bir tarihsel son olarak sunulması marksizmin idealist bir yorumunun ürünüdür. O halde kurguda öyle atışlar yapılmalıdır ki bir yandan idealist tortu, ereksellik ortadan kaldırılmalı, yani daha olumsal, daha “raslantısal”24 bir çerçeve ortaya çıkarılmalı, diğer yandan da ideolojinin bir tür yeni materyalist çözümlemesi gerçekleştirilmelidir. 

Althusser bu doğrultuda Hegel ile hesaplaşır, Marx’ın “epistemolojik kopuş”unun, bilimselliğe atılan adımın altını çizer, yapısallık ve zamansallık ile ilgili aşıları devreye sokar. Bunlar aynı zamanda hümanist olmayan bir marksizm için gereklidir. Althusser, ideolojinin doğasını kurabileceği bir materyalist zemin aramaktadır; ama bu aynı zamanda bir “yapı”nın da içine oturmalıdır. Kötü olan şudur ki bu konularda en çok kafa yoranlardan biri meta fetişizmi ve şeyleşme ile bağlantılı olarak Lukács’tır. Ama Lukács’ın Hegelci, teleolojik tortusu onu uygun bir “mevzi” olmaktan çıkarmaktadır.25 Althusser’in hassasiyeti ideolojiyi materyalist bir düzleme oturtmakla ilgilidir ve Althusser ısrarla ideolojinin ayrı bir “idealar dünyası” anlamına gelmediğini, kurumsal bir şey olduğunu, toplumsal pratiğin içerisinde bireyler ile ideolojik aygıtlar arasında gerçeklik kazandığını vurgular.  Burada kurumsallığa ve ideolojik aygıtlar tarafından gerçekleştirilmeye yapılan vurgu en az pratiğe yapılan kadar temel önemdedir. Fakat bir diğer önemli yan “bireyler”in ideoloji tartışmalarında teoriye giderek daha fazla dahil edilmesidir. Althusser Lacan26 ile ilerler: “ideolojik çağrılma” bireyleri ideolojik aygıtlar üzerinden yeniden üreten, “psikanalitik” yönleri de olan bir sürece gönderme yapar.

Öte yandan, burada teorinin içine girdiği yeni patikanın belli başlı elemanları da artık görünür hale gelir. Birincisi yapı-üstyapı tartışmalarında ağırlığın “üstyapının bağımsızlığı”na doğru kayması sanıldığı gibi bir özgürleştirme getirmemiştir. İkincisi, “özne” giderek teori dışına düşmeye başlamıştır. Üçüncüsü, devrimci siyasetin hedef belirlenimli ve yine tabir uygun olacaksa “ereksel” bir süreç olma özelliği gözardı edilmeye başlanmıştır. Bununla bağlantılı dördüncüsü, devrim perspektifi (siyasetin ereği) yok olduğu oranda devrimci durum analizleri de teorinin dışına düşmeye başlamıştır. Althusser’in düşmediği; ama sonrakilerin içinden çıkamadığı tuzak ise parti formundan kopuştur. Parti varsa bile en iyi ihtimalle leninist olmayacaktır…

Avrupa Komünizmi tartışmaları 70’lerin ikinci yarısında zirve noktasına ulaştığında ona getirilen eleştiriler bu başlıklar üzerinden filizlendi. Örneğin İngiltere’de Yeni Sol’un simge dergisi The New Left Review’ün ilk kuşak yazarlarından E. P. Thompson, Althusser’in antihümanizmini eleştirirken üzerine bastığı zemin “İngiltere’de İşçi Sınıfı’nın Oluşumu”ydu. Thompson da diğer bazı Yeni Solcu entelektüeller gibi marksizmi Stalin etkisinden çıkaracak projeler düşünüyordu. 70’lerden sonra marksizmi de bir kenara atacaktı; ama aslında ilk motivasyonunda bile marksizmin ortaya çıktığı kulvardan bağımsız ve farklı bir işçi sınıfı hareketi arayışını görmek mümkündü.27 Althusser’in “problem hümanizmdi” argümanının karşısına, “problem eksik hümanizmdi” gibi bir yaklaşımla çıkmıştı.28 

Fakat Stalin’e karşı alınan tavır dışında, başka bir noktada ilginç bir benzerlikleri daha vardı: entelektüellerin işçi sınıfı ve kitleler ile kurduğu ilişki. Thompson’da partiden bağımsız varlık gösterebilecek bir işçi sınıfı hareketi kurgusu bulunuyordu ve entelektüellere düşen rolün hiç değilse teorik olarak arttığı açıktı. Althusser ise parti ve işçi sınıfının önceliği bağlantısını hiç kaybetmemişti; fakat gerek ideolojiyi kavrayış biçimi gerek 60’larla değişen toplumsallık gerekse bizzat kendisinin üniversitede ders veren bir entelektüel olması “entelektüel sorunu”na daha detaylı eğilmesini mecbur kıldı. Althusser, devletin ideolojik aygıtları içerisinde gerçekleştirilecek mücadelede işçi sınıfının yanında burjuva kökenden gelen entelektüellerin nasıl bir rol oynayacağı sorusuna yanıt ararken özellikle de kendi yaşam alanı olan École’de felsefeciler, tarihçiler ve biliminsanlarından oluşan bir toplamı mücadelenin bir yerine çekme çabasına girişti.29

Öte yandan, “devlet sorunu” Althusser ile başlayıp bitmiyordu. Avrupa Komünizminin asıl tartışması proletarya diktatörlüğüdür. Bu, devletin sınıfsallığının, hakim sınıf ile ilişkisinin ve doğal olarak devrim sorununun da tartışılması anlamına gelir. Avrupa Komünizminin simge ismi Poulantzas olur. 

Althusser’de ilk adımı atılan üstyapının özerkliği açılımını Poulantzas’ta devletin nötrlüğe, sınıf ilişkilerinin de karşıt iki sınıftan çıkarılıp halk ile devlet eksenine doğru kayışı izler. Poulantzas’ın girişimleri her ne kadar PCF’deki30 eğilimlere müdahale amacı taşısa da bu son tahlilde Avrupa Komünizminin içerisinden bir müdahale olur. Devletin farklı sınıfsal etkilere açık ve bir yerden sonra nötr olması, geniş toplumsal tabakalar arası ittifakların mümkünlüğü Avrupa Komünizmini parlamenter yoldan “iktidar”a götürecek stratejinin temel yapıtaşlarıdır. Ancak ilginç olan yan Poulantzas’ın açılımlarının Yeni Sol’un argümanları ile olan benzerliğidir.

Sınıf ilişkilerini biçimlendiren asıl parametrenin üretim ilişkileri olmaktan çıkması, ideolojilerin arkasındaki sınıfsal belirlenimin azalması politik mücadeleyi bir sınıf mücadelesi ve onun öznesini de geleneksel parti formu olmaktan çıkarır. Bu da kitlelerin popüler söylemler ekseninde inşa edilebildiği alternatif radikal projeleri mümkün kılar. Yeni Sol bir siyasi proje olarak potansiyel taşıyacaksa, işte tam da bu noktalar üzerinden ilerleyecekti.

Poulantzas elbette bu kadar ileri gitmez; temel motivasyonu Avrupa Komünizminin stratejisine marksist bir çerçeve kazandırmaktır.31 Fakat daha önce söylediğimiz gibi, Avrupa Komünizmi bir geçiş dönemidir. Poulantzas’ın çalışmaları da bu doğrultuda sağa doğru kaymaktan kurtulamaz.32 Poulantzas’ın sınırlarını, Avrupa Komünizminin gerekleri ile o dönemde artmaya başlayan antimarksist salvolara karşı savunulan mevziler arasındaki gerilim belirler. Sonrasında bu sınırlar da kalkacaktır.

Nitekim Laclau, Poulantzas’ın kendisini sınırladığı noktaların eleştirisiyle işe başlar. Bu marksizm değildir artık. Ama bunun da ötesinde, ideolojinin bağımsızca şekillendirilebilir doğasını teoride yeniden inşa edebilmek için başka bir adım daha atılmalıdır ve Althusser’in “ideolojik çağırılma”sı sınıfsallığından arındırıldığında ne gerçekleşecekse o olur: Sınıf-bağımsız, farklı eklemlenmelere sonuna kadar açık popüler demokratik ortam ideolojik mücadelenin, daha doğrusu “söylem”in yaratıcı gücüne sonuna kadar açılmıştır.33 Bu yaratıcı güç kimden gelebilir? Sanırım Laclau ya da Mouffe gibi entelektüellerden… Siyasal planda ise Yeni Sol’un popüler ya da radikal demokratik mücadelesi ile Avrupa Komünizminin sol demokratizmi 90’lardan sonra birleşir.34

Laclau ve Mouffe’un Althusser’de yok olma eğiliminde olan özneyi sınıfsal bağlarından kurtulan ideoloji alanında yeniden kurma girişimi bu sefer gerçekte bu öznenin ayağını basacağı sağlam hiçbir zeminin kalmamış olması yüzünden yine çıkmaza sokulmuştur. Her an her şeyin olabileceği bir “ideolojiler alanında” gerçek anlamda bir özne olmak da mümkün olamazdı. Özne, çoğulcu-popüler toplumun tüm farklılıkları ve çoklukları içerisinde çoğaltılarak postmoderne dönüştürülmüş ve sonra da yok edilmişti. Laclau, bugün politika namına karşılaştığımız tek şeyin sözcük oyunlarından ibaret olduğunu belirtiyordu. Ama son derece tutarlı biçimde, dilin her türlü politik kimliği üstbelirleyebilen bu karakterini de bir olanak olarak görüyor ve dil ya da semboller ile kurulabilen hareketliliklerin artık olanaklı oluşuna sevinçle yaklaşıyordu.35 Bugün bu “popülist” esneklikten burjuvazi istifade ediyor.

Öte yandan, 2000’li yıllar öznenin yeniden doğuşuna tanıklık etti. İkisi de birer Yeni Solcu diyebileceğimiz Badiou ve Žižek, postmodernizmin ortaya çıkardığı teorik tabloya karşı çıkarak, öznenin tekrar ele alınması gerektiği düşüncesiyle üretmeye başladılar.36 Althusser ile başlayan “gelenek” ile farklı bir açıdan tekrar temas kurdular. İdeolojinin yenilenmiş bir materyalizm içerisinde tekrar konumlandırılma denemesi, öznenin “yapı”nın bir ürününden öteye geçememiş olması yüzünden sınırlara çarpmıştı ama Althusser ideolojinin bireysel dayanaklar üzerinden tariflendirilmesi girişimini başlatan kişiydi. Fakat “sorun”u büyük ölçüde çözmeden bırakmıştı. Badiou ve Žižek ikilisi, farklılıklarına rağmen benzer bir müdahaleyle bu sorunu çözmeye odaklandı. Kapitalizmin kendini yeniden ürettiği mekanizmalarda ideolojinin edindiği rol, bunun psikanalitik kökenleri çalışmanın temel konusu oldu. Bu sefer, Althusser’in attığı adımlar tersten takip ediliyordu: Lacan ve Hegel asıl referans kaynakları olurken Marx daha çok “arkaplanı” oluşturan isim oldu.37 Fakat en azından Althusser’i Marx ile aynı doğrultuda tutan temel motivasyona temas etmeyi başardılar: “kendi kendini kandırmamak”.

Öznenin yeniden önem kazanması önemli bir gelişmedir. Ama ikilinin ismini anmamızın asıl nedeni özne düşüncesi ile komünizm fikrinin bütünsel bir proje olarak yeniden ortaya çıkarılmasıdır. 2008 yılı yeni komünizm fikrinin, “Komünist Hipotez”in tartışılmaya başlandığı dönem olur. Badiou, Sarkozy’nin seçim zaferini takiben “Komünizm İdeası”nı yazdığında, Sovyet sonrasında teoride yaşanan tuhaflıklardan bir nebze olsun bunalan sol-sosyalist entelektüel toplamını da tartışmaya ortak etmiş oldu. Tartışmadaki önemli yan, aslında uzun zamandır sadece komünistlerin yapabildiği bir şeyin başka bir eksenden gündeme getirilmesiydi: komünizm sadece kapitalizmin krizine karşı gerçekleştirilen protestoya değil; bir pozitif gelecek kurgusuna, bir alternatife verilen isimdi. 2008 krizi, Wall Street işgalleri ve ardından gelen toplumsal eylemlilikler bu tartışmaya kaçınılmaz biçimde ikinci bir başlığı “örgüt sorununu” da ekledi.

İkilinin “kendi kendini kandırmamak” motivasyonuyla vardıkları ortak sonuç, politik tavır olarak, kapitalizmden çıkışın “kopuş” yönüne yaptıkları vurgulardır. Bu anlamda kapitalizm içerisindeki herhangi bir çözüme “pesimist” yaklaşmaları, bu yönde düzenli bir mesaj vermeleri ve akademiye hapsolup kalmış tartışmalara karşı güçlü bir duruş sergilemeleri elbette değersiz olamaz.

Ancak, bir yandan da bu “yeni” komünizm tartışmasında “eski” olanın ayırdına varmamız gerekiyor.

Komünizm hipotezi, bir gelecek kurgusu olamadığı ölçüde bu düzeni ortadan kaldıracak siyasal alternatifin sıçrama noktalarını da tahrip ediyor. Komünizmin bir gerçek hareket olarak bu düzenin içerisinden çıkması, bir diğer deyişle kapitalizmin yadsınmasından başka bir şey olmaması bizim Manifesto’dan beri bildiğimiz, “kendi kendimizi kandırmamamızı” sağlayan doğrumuzdur. Halbuki “proje” sadece bu teorik doğrudan ibaret olamaz. Žižek ve Badiou’nun sadece birer “filozof” olduğunu, siyaseti siyasetçinin yapması gerektiğini söylemek de durumu kurtarmıyor. Çünkü sorun tam da bu ayrılığın kendisinde zaten.

Žižek, Badiou’nun meseleyi açtığı metinlerindeki yaklaşımını ele alırken Badiou’yu, önsel bir komünizm tarifi koymaya yatkınlığının belirsizliğe mahkum bir “İdea”ya38 varması ölçüsünde etik39 sınırlarda kalmakla eleştirir. Etik belirlenimlerin şekil verdiği bir komünizm, marksizmin daha doğuşunda kavga verdiği önemli hasmıdır. Žižek’in “marksist Hegel”i ise komünizmi, kapitalizme karşı verilen kavganın ismi olarak bu tarihsel gelişimin içerisinde konumlandırır. Žižek’in ve Badiou’nun özne kavrayışları, örneğin sadece Hegel’e, Marx’a ya da Lacan’a verdikleri referanslara, diğer bir deyişle “tuttukları mevziler”e değil, aynı zamanda Althusser’in “epistemolojik kopuş”una ya da bilim-etik-eylem üçgeninde hala bitmeyen o tartışmalar bütününe karşı yaklaşımlarına da yansır. 

Halbuki, öznenin hareket kabiliyetine alan açan tüm teorik hamlelere rağmen yine de “bir şeyler” eksiktir: Öznenin kendi eyleminin sorumluluğuyla olan ilişkisi; siyasal pratiğin hedef belirlenimli, değiştirme gücü ve eylemin de bu hedefin geriye dönük olarak yarattığı anlamla çok yakından ilgili oluşu; bilim-etik-politika üçlüsünün ancak hedef-bugün, “ileri-geri oyunu” üzerinden anlaşılabileceği40… Bunları ikilinin yazılarında ancak dağınık halde görebiliriz. Dağınıklığı güncel politikadaki konumlanışlarında da fark etmek mümkündür. Fakat bu sefer tek sorun teorinin “içindeki” boşluklar değildir: Asıl belirleyen geçmişin ağır yükleridir.

Yani bizim ilgilendiğimiz ikilinin teorik ayrımlarının, eksiklerinin ya da potansiyellerinin de ötesindedir. Badiou’nun metni komünizm hipotezini tarihte konumlandırırken, geçmiş ve yanlışlanmış “hipotez”lerin bir değerlendirmesini sunar. Buradaki asıl büyük hamle “sıfır noktası”nın tayini olur. Her sıfır noktası gibi Badiou ve Žižek’inki de bir mesaja etkisine sahiptir.

İki dönem saptar Badiou: İlki, Fransız Devrimi’nden Paris Komünü’ne (1792 -1871); ikincisiyse, Bolşevik Devrimi’nden Kültür Devrimi’nin sonuna (1917-1976) kadar uzanır. İkinci döneme bir de bu dönemin sonunu belirleyen 1968 dönemeci dahildir. 19. yy.’ın hareket ve 20. yy.’ın Parti formu bu dönemin hipotezlerinin belirgin yönleri olmuştur. Badiou’ya göre bu örneklere geri dönmek mümkün değildir: “Bizim görevimiz komünist hipotezi farklı bir kipte, politik deneyimlerin yeni biçimlerinin yardımıyla yaratmaktır. Bu yüzden işimiz son derece karmaşık ve deneyseldir. Bu hipotezin nasıl yaratılacağının metotlarını geliştirmeye çalışmaktansa, varlığını mümkün kılacak koşullara odaklanmalıyız.” der Badiou. Ama ikinci dönemin dersleri adına şunu da ekler: “Parti, zayıflamış gerici rejimleri indirmenin uygun bir aracıydı. Fakat görüldü ki Marx’ın anladığı anlamda ‘proletarya diktatörlüğünün’ kuruluşuna uygun değildi. Marx’ın niyetlendiği geçici, devlet olmayan devlete geçişi örgütleyen, sönümlenen bir proletarya diktatörlüğüydü. Gerçekleşen ise otoriter bir rejime dönüşen parti-devlettir.”41

Žižek için de bu sıfır noktasının tarihi aynıdır. Žižek bu sefer Lenin’i konuşturur. Lenin komünistleri “moral bozukluğuna geçit vermeyen, ‘başlangıca dönerek’ tekrar başlayan ve yeniden ve yeniden başlayan” mücadeleciler olarak resmeder.42 Ama bu (aslında çoğu seferde olduğu gibi) Žižek’in elinde bir karikatüre dönüşür. Žižek için de 1989, Ekim Devrimi anıyla aynı dönemeci ifade eder. Ve elbette solun iki yüz yıllık geçmişi boyunca taşıdığı sürekliliği tamamen reddederek…43 Žižek’e göre geçmişin sıçramaları belleklerimizde yer etmeye devam edecektir; fakat her şey sıfır noktasından başlayarak yeniden düşünülmelidir. Bu başlangıç Badiou’nun “Komünist Hipotezi”dir.44

Sıfır noktaları önemlidir. Yeni Sol’un sıfır noktası 1917’nin, hatta Marx’ın öncesiydi. Avrupa Komünizmininki ise başta Stalin öncesine dönüş ve sonra da Gramsci oldu. İki proje de “safraları atınca” geriye dönüp yeniden başlayabilecekleri temiz bir noktası tayin etmişti; ama olmadı.

Badiou ve Žižek’in projelerinin sınırlarına, sıfır noktalarına bakıldığında, eski tartışmada yeni pek de bir şeyin bulunamayacağı görülebiliyor.

  • 1. Alexei Yurchak, Everything Was Forever, Until It Was No More, Princeton, 2006, s.52.
  • 2. Böyle fıkraları pek seven Žižek’in elinde bir Sovyet karikatürüne dönüşme ihtimali de yeterince rahatsız edici. Bkz. Slavoj Žižek, In Defense of Lost Causes, Verso, 2018, s.345-411.
  • 3. Belki de değildir…
  • 4. “Yeni tipte bir parti” deyimi üzerine bugün hala canlı kalabilen bir tartışma mevcut. Tartışmayı “Lenin bu ifadeyi kullandı ya da kullanmadı”dan çıkarmak gerekiyor. Çünkü bu tartışmayı en çok sevenler, Lenin’in partisinin SPD’nin Rusya’daki biçimi olduğunu ileri sürenler hala. Diğer ölmeyen kanalı ise Yeni Sol kökenden gelen, “eskileri unutun yeniyi kurun” çıkışları işgal ediyor.
  • 5. Ioannis Balampanidis, Eurocommunism, Routledge, 2018, s.25.
  • 6. Tamamen çıkarmadan önce, ara aşamalara tuhaf ama Kautksy’yi çağrıştıran, “demokratik proletarya diktatörlüğü” gibi kavramlaştırmaların serpiştirildiğini görebiliriz.
  • 7. Bu üçlüden farklı gibi gözüken örnek İspanya’dır; fakat orada da kopuş, yer altında geçirilen uzun süre boyunca biriktirilenlerin hızla bir sona erdirilmesi biçimde gerçekleşecektir.
  • 8. Hatta sistem içinde tutulan yere öyle güvenilmiştir ki vazgeçilemez görüldükleri noktada doğrudan hükümetten kapı dışarı da edilebilmişlerdir.
  • 9. PCF’nin hala bu isme tutunması ama bir yandan da komünist olan her şeyden arınması başlı başına bir sorun ya da inceleme konusudur. PCF’nin ayrıksı duruşunu geçmişte başka başlıklarda da görmek mümkündür. Afganistan, Polonya ve diğer bir dizi uluslararası gündemde öyle ya da böyle Sovyetlerin yanında konumlanan bir eğilim baskındır. Avrupa Komünizmi tartışmalarında Parti bütünlüğünün korunması anlamında en dikkatli davranan partilerden biri olmuştur. Üye bileşimi, birim yapıları ve ittifaklara yaklaşımı açısından PCI’den daha farklıdır.
  • 10. Avrupa Antikapitalist Solu’nu (European Anti-Capitalist Left) oluşturan partilere ve geçmişlerine bakmak son derece öğretici: https://en.wikipedia.org/wiki/European_Anti-Capitalist_Left
  • 11. PCI, Hristiyan Demokratlar (DC) ile ittifak yapar. İtalya’da komünizmin bu “Katolik sorunu” partinin üye standartlarına ve örgütlerinin yapısına kadar işler. PCI, stratejisi gereği bu ittifaka mecbur olduğunu düşünür. Bunun için her engeli kaldırmaktan da çekinmez. Bu ittifakın geleceği ise Aldo Moro’nun kaderine kimin hükmedeceği trajik sorununa dönüşür… Aldo Moro ittifak tartışmalarının ortasında kaçırılır ve sonrasında öldürülür.
  • 12. Balampanidis, “Opportunities and adaptations”, s.101.
  • 13. Althusser’in PCF’de etki kurma denemelerini ve sonuçsuzluğunu, bir de PCI’nin içerisinden çıkan ve ayrı bir örgüte dönüşen entelektüel çevreleri, örneğin Il Manifesto çevresini akla getirmek gerekir. Bu ikincisi Fransız entelektüelinin bile yakınlık kurduğu bir öbek haline gelmişti. Althusser, Sartre ve diğerleri… Hepsinin İtalya’daki entelektüel toplam ile ciddi bağları bulunuyordu.
  • 14. Sidney Tarrow, “Adaptation and Change”, Communism in Italy and France, Princeton, 2015, s.607.
  • 15. Louis Althusser, Felsefe ve Bilim Adamlarının Kendiliğinden Felsefesi, Verso, 1990, s.122. Çeviri düzeltilmiştir.
  • 16. Örneğin Avrupa Komünizmi tartışmalarının kritik dönemecinde, PCF’nin 22. Kongresindeki (1977) pozisyonu ortalamanın solundadır. Althusser, teorik ve hatta örgütsel çalışmalarını özerk bir alanda yürütmeye özen göstermiştir; fakat “hizipler ve eğilimler” başlığında “ortodoks” bir tavır sergilemesi de gözden kaçmamaktadır. Bkz. Louis Althusser, “On the Twenty-Second Congress of the French Communist Party”, July 1977.
  • 17. Louis Althusser, “The Crisis of Marxism”, Marxism Today, 1978, s.215. Althusser’in bu metni İtalyan Il Manifesto çevresinin düzenlendiği konferansın bir ürünü olarak ilk defa 1977’de basılmıştır. Althusser’in teorideki kriz meselesine getirdiği en derli toplu yazılı açıklama olmuştur. “Marksizmin krizi” ilk defa Althusser’in kullandığı bir yakıştırma değil. Zaten Althusser de bunu belirtiyor. Metin, hem kriz yaratan hem de bloklayan bir Stalin kavrayışıyla kendi üzerindeki basınç unsurunu bir anlamda deşifre etmiş oluyor. Bir diğer önemli nokta, marksizmin ilk kriz momentinin İkinci Enternasyonal’in ulusalcılığıyla birlikte çökmesinin ürünü olduğu tespitidir. Örneğin burada da Althusser’in Avrupa Komünizminde had safhaya çıkan “İtalya’nın yolu”, “Fransa’nın yolu” temalı sosyalizm biçimlerine tepkisini fark etmek mümkün. Ama atlanan nokta şudur ki bu krizin aşılmasını yani aslında “kriz” denilen şeyin varlığını sağlayan hamle aslen Rusya’da bir devrimin gerçekleşmesidir. Althusser’in hiç sevmeyeceği bir tarzda söylersek krizi geriye dönük olarak yaratan şey biraz da krizin sonrasındaki adımların varlığı, farklılığıdır.
  • 18. Ve aslında kimi öğrencileri de bu çabanın pek de gerçekçi olmadığı düşünmüştür. Ayrıca bkz. Aliocha Wald Lasowski, Althusser ve Biz, İletişim Yay., 2019.
  • 19. Yakın çevresinden bazı tanıklıklar bunu Althusser’in kendisini imha etmeye yatkınlığıyla açıklar. Bkz. Althusser ve Biz.
  • 20. Burada tuhaf bir gerilimin varlığı da kuşku götürmez. Sovyet kaynaklı ekonomizm bir yandan her tür ideolojik ve politik formu ekonominin doğrudan bir ürünü olarak görmek anlamına gelir ve bu soruna Partinin bürokratlaşması da eklenir. Mao’nun Kültür Devrimi Sovyet eksenine ilaç olduğu ölçüde sahiplenilir. Hatta “tarihin mantığı”na alerji duyulduğu, tarihi tek bir çelişki etrafında (üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişki) düşünmeye karşı çıkıldığı ölçüde, bu baskın tek çelişkinin karşısına Mao’nun çelişkiler hiyerarşisi çıkartılır. Althusser’in Spinoza, Lacan ya da Mao’da ne bulabildiği sorusu, onun önce zorladığı ama sonra birer birer açmaza dönüşen başlıklarda giderek daha eli serbest davranmaya başlaması ile de ilgilidir. Althusser’in seçimleri, bir teorik mevzi savaşındaki simge isimler gibidir. Zaten Mao’daki volontarizm ile Althusser’de giderek kaybolan özne ve hatta Stalin’in sosyalizmin kuruluşunda gösterdiği iradi hamle arasında büyük uyuşmazlıklar bulunuyor.
  • 21. “Bugün herkes sosyalizme “geçiş” üzerine kafa yoruyor. Unutulmamalıdır ki sosyalizme gidilen parlementer bir yol bulunmamaktadır.” Louis Althusser, On the Reproduction of Capitalism, Verso, 2014, s.107.
  • 22. On the Reproduction of Capitalism, s.161.
  • 23. Bu problem Laclau’dan Žižek’e dek uzanır; fakat esasında bu soruna “örgüt” olmadan yanıt vermek imkansızdır. Öte yandan bu sorun günümüzün sol örgütleri için bile hala büyük bela olmaya devam ediyor. Ve işin aslı, bu soruna el yordamıyla değil, güçlü teorik referanslar ve doğru deneyimler olmadan yanıt vermek de mümkün değil. Bu kapsamda, şu çalışmaya tekrar bakmak faydalı olacaktır: https://gelenek.org/ideolojik-mucadele-ve-sinif-siyaseti/
  • 24. Althusser’in projesine sıklıkla “raslantı marksizmi” de denmiştir.
  • 25. Üstelik burada atlanan sadece metafetişizminin kapitalizmin yeniden üretim sürecinde ideoloji ile bireyler arasındaki temel teorik bağlantı noktasını oluşturması değildir. Lukács, “emeğin teleolojisi” başlığı altında Hegelci ya da değil; ama tarihsel süreçlere müdahale edecek öznenin doğasına dair ilgi çekici notlar da düşmüştür. Rus Devrimi’nin, Bolşevizm’in doğrudan etkisinin bir aydında nasıl verimli sonuçlar doğurabileceği ve yokluğunda nerelere sürükleyebileceği konusunda ilginç bir “Batı marksisti”dir Lukács. Sonu farklı olmakla birlikte benzer bir etki Gramsci’de de görülebilir.
  • 26. Jacques-Alain Miller Althusser’in seçmeciliği ile ilgili şunları söyler: “Althusser ile 1967’de École’de son görüşmemi hatırlıyorum. Ona şöyle demiştim: Marksizmin psikanalizle, antropolojiyle, dilbilimle benzeştiğini iddia ediyorsun. Ama durum böyle değil. Lacan’da, Lévi-Strauss’ta Marx okumanı tazeleyecek bir şeyler yakaladın sadece.” (Althusser ve Biz, s.149.) Bunu Laclau, Badiou ya da Žižek için söylemek mümkün değildir; bu isimler toptan farklı bir eksendedir.
  • 27. İngiltere’de işçi sınıfı hareketi İtalya ya da Fransa’ya göre daha belirleyicidir. İngilizler Yeni Solun diğer örneklerinden daha farklı bir kulvarda girmişlerdir toplumsal hareketler başlığına. Diğer ülkelerde, işçi sınıfı dışı kesimler ve teorideki karşılıkları (Laclau, Mouffe hatta Poulantzas) öne plana çıkarken, örneğin Thompson’da bir tür anarkosendikalist geleneğin izlerini görmek daha kolaydır (ve otonomiye verilen önem açısından örneğin Castoriadis ve Bookchin ile ortaklıklar taşır) Bu açıdan İngiltere’de Yeni Sol ile Avrupa Komünizminin birleştiği kanal daha çok İşçi Partisi olur. Diğer ülkelerde daha özgün birleşme örnekleri görmek mümkündür.
  • 28. Teorinin Sefaleti (1978), bu tartışmaların Thompson cephesinden en önemli belgesidir. Yapı-üstyapı ilişkisi, öznenin yeri bu tartışmalarda hep mevcuttur.
  • 29. Buna teoride “kuramsal pratik” kavramlaştırması, bilim-ideoloji-felsefe ve teori ilişkilerinin tartışılması eşlik eder. Althusser bazı tezlerinden geri adım atmıştı, örneğin “teoride sınıf mücadelesi”nin giderek teorisist bir çizgiye vardığını kendi söylemişti. Ama bunun ötesinde Althusser’de bir nokta hep belirgindir. Sınıf mücadelesi kuramda, ideolojik aygıtlarda ya da başka düzlemlerde nasıl gerçekleştirilir, entelektüelin buradaki rolü ne olur, buna yanıt aranmıştır. Partili yaptığı öğrencileri ise 68 sonrasında partiden ayrılmış başka yerlere yönelmişlerdir.
  • 30. Poulantzas önce Avrupa Komünizminin şekilde aldığı iç-KKE ile ilişkidedir; fakat sonrası yazdıkları Avrupa’nın geneli ve daha çok PCF ile ilgilidir.
  • 31. Örneğin bu yüzden “yeni küçük burjuvazi” ismiyle yeni bir ara sınıfsal katmanı devreye sokar. Bunu işçi sınıfının sınırların içerisine dahil etmemek konusunda haklı bir titizlik gösterir. Bu Avrupa Komünizminin ittifak stratejilerine de uyumludur. Fakat işçi sınıfının ölçeği giderek küçülecektir de. Bunun anlamı bir işçi sınıfı sosyalizminin mümkün olmayışından bir işçi sınıfı partisine gerek olmayışına kadar uzanır. Devlet de popüler kitlelerin müdahalesine açık oluşu ölçüsünde proletarya diktatörlüğüne gerek duyulmayan bir geçişe uygundur.
  • 32. Çağdaş Kapitalizm’de Sınıflar (1974) bu geçişin etkilerinin henüz tam şekil almadığı bir çalışma iken, Diktatörlüklerin Krizi (The Crisis of The Dictatorships - 1975) ve daha sonrasında Devlet, İktidar, Sosyalizm (1978) bu geçişin özelliklerinin daha rahat görülebildiği eseler olur.
  • 33. Ernesto Laclau, Politics and Ideology in Marxist Theory, NLB London, 1979, s.81–142.
  • 34. Burada biz sosyalist devrimcilere getirilen “ertelemecilik” eleştirilerine gülüp geçmemizi sağlayacak başka bir argümanla da karşılaşırız: Laclau ve Mouffe sosyalizmin demokratik mücadelenin içine gömülü bir şey olduğunu, demokratik mücadele verilince kendiliğinden gerçekleşeceğini ciddiyetle savunurlar.
  • 35. Roque Farrán, “The concept of political subject”, International Journal of Zizek Studies, vol.3-3.
  • 36. Elbette birbirlerine referans verdikleri metinler 90’ların öncesine uzanır. Fakat öznenin yeni bir komünizm projesi içerisinde yer almaya başlaması 2000’ler, hatta 2008 dönemecidir.
  • 37. Bu bir genelleme kuşkusuz. Badiou’nun Marx, Mao ve Lenin ile kurduğu “ilişki” ile Žižek’in kendi referansları elbette aynı değil. Bu farklılık “özne”nin yaratılış koşullarını ve sonuçlarını da etkiliyor. Fakat bizim ilgilendiğimiz daha çok başka bir yönü: İkilinin Marx, Lenin ve Stalin ile ilgili bolca yazıp çizdiğini, bunların okunduğunu ve dinlendiğini unutmamamız gerekiyor.
  • 38. Orijinal haliyle: “ ’Communism’ as such denotes only this very general set of intellectual representations. It is what Kant called an Idea, with a regulatory function, rather than a programme.” Alain Badiou, “The Communist Hypothesis”, The New Left Review, 2008.
  • 39. Moral (Moralität) ile etik (Sittlichkeit) olan arasındaki fark Kant ile Hegel’in en önemli farklılıklarından biridir. Bu yazı için bir önemi yok gibi gözükse de eylemde bulunan öznenin, dürtüsü ve amaçlarıyla olan ilişkisine; geleceğe ve kolektif bütünsel faaliyete; devrim hedefi ve komünist toplumla kurulacak bağlantıya dair önemli ipuçları sunar. Bu ipuçları Badiou ve Žižek’in aralarındaki farkları anlamak için ama aslen projelerinin eksiklerini görebilmek için önemlidir.
  • 40. İlginç olan da şudur ki aslında, Žižek’in yazdığı neredeyse her paragraf bu türden “retrospektif” ya “retroaktif” vurgularla doludur.
  • 41. Alain Badiou, “The Communist Hypothesis”.
  • 42. V.I. Lenin, "Notes of a publicist: on ascending a high mountain . . . :” Collected Works, vol. 33-11, Progress Publishers 1965, s.204.
  • 43. Sürpriz değil elbette; ama Žižek’in 20. yüzyıl deneyiminin “kesin bir başarısızlık” (total failure) olduğunu sayısız kez dile getirdiğini de belirtmiş olalım. Kitaplarında, seminerlerinde, söyleşilerinde ve elbette “espri”lerinde…
  • 44. Slavoj Žižek, First As Tragedy, Then As Farce, Verso, 2009, s.86-87.