'Düşünürün yanılmadığı nokta ise anayasaların salt hukuki metinler olmayıp, politik öze sahip, toplumsal ihtiyaçlardan doğan metinler olduğudur...'

Anayasa Tartışmaları Sürerken; Hegel’de Devlet ve Sivil Toplum

Bir 19. yüzyıl kıta Avrupası düşünürü olarak G.W.F. Hegel’in günümüzde Türkiye’de yürütülen Anayasa tartışmaları esnasında yeniden hatırlanması şaşırtıcı mıdır? Düşünürün genel felsefi kuramına içkin olarak geliştirdiği devlet ve sivil toplum yaklaşımının kendisinden sonraki kuşaklar üzerindeki etkisi düşünüldüğünde bu sorunun cevabının olumsuz olduğu aşikâr. Hegel’in felsefesi mantıktan, doğa felsefesine, etiğe, hukuka ve siyasetin başlıca kavramlarına değin bütün düşünsel dünyayı kapsayacak şekilde geliştirilmiş genel bir sistemdir. Kökenlerini Alman idealizmi ve yer yer Aydınlanma rasyonalizminden alan Hegel felsefesi, Fichte, Schelling, Hölderlin, Goethe, Kant, Rousseau’dan izler taşır.1 Hegel mirasını devraldığı bu yaklaşımlara yönelik tüm yapıtlarında karşımıza çıkacak olan içererek aşmak (aufheben) yöntemini uygulayarak özgün çizgisini yaratmaya çalışır. O da tüm diğer düşünürler gibi kendi çağının insanıdır, yaşadığı dönemin siyasi ve toplumsal atmosferinin bir parçasıdır. 1770-1831 yılları arasında, siyasini birliğini henüz kuramamış, merkezi kodifikasyon sürecini tamamlamamış, gelişmekte olan kapitalizmin ihtiyaç duyduğu yasal ve politik düzenlemeleri gerçekleştirmekte İngiltere ve Fransa’nın gerisinde olan, fakat tüm bu “olumsuz” tabloya rağmen Kutsal Roma İmparatorluğu’nun varisi sıfatını sahiplenerek Avrupa üzerindeki üstünlük iddiasından vazgeçmemiş olan Prusya Krallığının uyruğudur. Kutsal Roma-Germen İmparatorluğunun murisi olarak gördüğü Protestan Prusya’nın ulusal birliğini hedefleyen Hegel çalışmalarını bu bağlama sadık kalarak yürütecektir. Alman prenslikleri bu dönemde siyasi anlamda parçalı, askeri ve ekonomik olarak ise diğer Avrupa devletlerine nazaran daha az gelişkindir. Westfalya Barışı’nı takip eden dönemde Almanya'nın, birbirinden bağımsız yapılanmaların düzensiz bir toplamına dönüştüğünü gözlemleyen Hegel, buradan imparatorluğun girmek zorunda olduğu dönüşümü kavramış, bu analizini merkezi Prusya monarşisi ile nihayete erdirmek istemiştir.

Gençlik yıllarında sıkı bir Fransız Devrimi hayranı olan2 düşünür, Fransız Devrimi sonrası Napolyon’un yayılmacı tutumunu yeni bir despotizm olarak değerlendirmişti. Bu değerlendirme Hegel’in Prusya monarşisi yanlısı tutumunu güçlendirmiş, devrimin yoksul halkı temsil eden öznelerine en baştan beri aldığı mesafeli tutum bağlı olduğu Hristiyan (reform sonrası Protestan Hristiyanlık) teolojisi ile birleşince, düşünürün seçkinci ve kralcı bir pozisyonda sabitlenmesi kaçınılmaz hale gelmişti. Hegel felsefesinin kendinden sonraki yüzyıllar boyunca birbirinden çok farklı görüşlerdeki düşünürleri derinden etkileyen yönteminin “devrimciliği”, düşünürün aldığı güncel politik pozisyonla birlikte muhafazakâr vargılara ulaşmasına engel olamadı ve bu durum 19. yüzyılın sağ ve sol Hegelcileri arasındaki ayrımlardan, günümüze kadar uzanan tartışmalara dek muhakeme konusunu olmaya devam etti.

Hegel’in birbirinden çok farklı iki kaynaktan; Aydınlanmanın çizgisel ilerlemeci tarih anlayışı ile Hristiyan teolojisinin kurtuluş teorisinden etkilenerek öne sürdüğü “tarihin sonu” tezi, düşünürün ideal devlet türü addettiği ve modern devlet kavramının zirvesi olarak gördüğü Prusya Krallığında somutlaşmaktaydı. Avrupa’nın bir dönem önceki modern devlet kuramcıları olan Machiavelli, Bodin ve Hobbes nasıl kendi çağlarında ve kendi ülkelerinde kilise ile feodal güçlere karşı merkezi krallık fikrini benimsemişlerse, Hegel de hızla sanayileşen ve ulusal pazarlarını kuran İngiltere ve Fransa karşısında parçalı Alman Prensliklerinin dezavantajlı durumunu güçlü bir anayasal monarşi ile bertaraf etmek istiyordu. Düşünürün felsefi sisteminin bir parçası olan devlet ve sivil toplum kuramı, işte böyle bir tarihsel düzlemde anayasal monarşi fikri çerçevesinde geliştiriliyordu.

Hegel’de devlet ve sivil toplum kavramlarının ele alınışı, düşünürün yaşamın, varlığın, gerçekliğin ve “öz”ün tüm merhalelerini hiç boşluk bırakmayacak şekilde kapsamak üzere oluşturduğu felsefi sisteminin bir parçası idi ve bu sistemle tam bir uyum içindeydi. Söz konusu kavramlara daha yakından bakabilmeyi başarmak için, yazının sınırlarını aşmadan Hegel felsefesinin ana hatlarına kısaca değinmemiz gerekecek.

Hegel’in Felsefi Sisteminin Başlıca Özellikleri

Hegel felsefesinin merkezinde aklın kendisini yaşam içerisinde diyalektik biçimde dışa vurduğu kanısı ve tarihin aklın kendini açma süreci olduğu düşüncesi vardır. Modern bir düşünür olarak Hegel, “akıl” kavramına kendisinden önceki dönemlerde de yapılagelen vurguyu en uç noktaya taşımış, aklı esas özne olarak, insanı ise aklın hikmetini gerçekleştirmekle yükümlü araçsal bir pozisyonda tanımlamıştır.3 Çalışmalarını başlıca üç alan; mantık, doğa felsefesi ve tin (geist) felsefesi bölümleri altında toplayan düşünür, modernizmin ve aydınlanmanın “akıl” kavramından, her şeyin başlangıcı ve sonu olarak gördüğü “tin”e varmış, her çalışma başlığında yansıttığı diyalektik sürecin sonunda düğümlerin tin kavramıyla çözüleceğini iddia etmiştir.

Düşünürün başlıca çalışma alanları arasında saydığımız tin felsefesi, yine diyalektik yönteme uygun biçimde kendi içinde üçe ayrılır: Öznel tin, nesnel tin ve mutlak tin.4 Toplumsal yaşam ve örgütlenme ile ilgili kısımlar, insan bilincinin kendisine döndüğünü alan olarak görülen nesnel tin bölümünde incelenmiştir. Bu alanda insan doğal durumundan çıkar, toplumsal bir varlık olarak eğitim, kültür ve yurttaşlık bilinciyle donanıp gerçek özgürlüğe kavuşur. Bu kısım sonradan Karl Marx’ın Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi isimli yapıtına konu olacak olan Grundlinien der Philosophie des Rechts (Hukuk Felsefesinin Ana Hatları) adlı eserde ayrıntılı olarak ele alınmıştır. Hegel’in devlet kuramını da içeren nesnel tin başlığı birbirini etkileyen ve girdikleri etkileşimle birlikte düşünürün hedeflediği nihai sonuca varılan üç başlık altında incelenmiştir: Soyut hukuk, ahlaklılık (Moralität) ve Nesnel ahlaklılık/toplumsal etik yaşam (Sittlichkeit). Soyut hukuk olarak adlandırılan hukuk biçimleri başta mülkiyet olmak üzere, sözleşme ve suç (haksız fiil ve suç) şeklinde tasnif edilir. Mülkiyet Hegel için vazgeçilmez bir haktır5 ve ilerde toplumsal kesimlere yönelik aldığı tutumları incelerken de göreceğimiz gibi başta toprak mülkiyeti olmak üzere mülk sahibi olma durumu onun için “tanınma” ve “var olma” ile eş anlamlıydı. Hak ehliyetine sahip birden fazla özne arasında kurulan hukuki ilişkiyi sözleşmeler başlığı altında, hukuk düzeni tarafından suç kabul edilen eylemleri, hukuka aykırı filleri ise son başlık altında incelemiştir. Ahlaklılık, bir diğer deyişle öznel ahlak da diyebileceğimiz bölümde ise soyut hukukta ele alınan şekli formların, insanın yapıp etmelerinin arkasındaki niyet/kast unsurları irdelenmiş iyi niyet, amaç, iyilik ve kötülük gibi kategoriler konu edilmiştir. Soyut hukuk ve öznel ahlak aşamalarından sonra toplumsal yaşamın tamamını kapsayan nesnel ahlaklılık (sittlichkeit) gelir ki bu bölüm kendi içinde diyalektik bir üçleme barındırır: Aile, sivil toplum ve devlet. Hegel’in devlet kuramı ve sivil toplum 6 kavramı işte bu bölüm altında geliştirilir.

Hegel’in felsefesi basit olandan karmaşık olana doğru mantıksal bir çerçeve sunar. Bu izlek hukuk felsefesi, tarih felsefesi ve devlet kuramı için de geçerlidir. Düşünür çizdiği tüm çerçeveleri katman katman oluşturur ve bir katman bitmeden diğerine geçmez. Bu aynı zamanda soyut olandan somut olana, öznel olandan nesnel olana giden bir yoldur. Tüm felsefi sistemi boyunca aynı yöntemi izler. Tarihi özgürlük idesinin gelişimi ve tinin mutlak aşamaya, mükemmelliğe ulaşma mücadelesi olarak gören düşünür, tarihin sonunu kendi ideal devletiyle taçlandırır. Kurduğu sistem boyunca var olan tüm bu aşamalar, bir binaya çıkılan katlar gibidir ve insana gerçek özgürlüğü sunacak yapı olan devleti oluşturana kadar olumsuzlama ve dolayımla; ancak olumsuzlayıp dışarıda bırakarak değil bir sonraki aşamaya doğru kapsanarak (Aufhebung) aşılan ve böylece “ilerlenen” evreler olarak karşımıza çıkar. Hegel’in devlet kuramının yaslandığı zeminlerden biri olan tarih felsefesi de bu anlamda “ilerlemeci” 7 ve “evrimci” sıfatlarını haizdir.

Hegel’in kurduğu sistemin, bu yazıyla bağlantılı kimi özelliklerine çok kısaca değindikten sonra düşünürün sivil toplum ve devlet yaklaşımına giriş yapmak için yine onun tarafından geliştirilen iki başlığı inceleyeceğiz: Köle-efendi diyalektiği ve tarih felsefesi.

Hegel’in Tarih Felsefesi ve Köle-Efendi Diyalektiği

Hegel, insanın kendi öz bilinci dışında meydan okuyabileceği başka bir bilinçle, başka bir insanla karşılaştığı andan itibaren ortaya çıkan ilk ilişkinin köle-efendi diyalektiği olduğunu söyler. Düşünür bu diyalektiğin temel özelliklerini ve varacağı noktayı kurgularken tarihin gidişatını ve ”sonunu” da işaret etmektedir. Bu nedenle köle-efendi diyalektiği Hegel felsefesindeki tarih görüşünü ve devlet kuramını anlamak için kullanılacak ilk anahtardır.

Ortaya çıkan ilk insan ilişkisinin bir var oluş-hükmetme mücadelesi olduğunu kabul eden Hegel’e göre, bu ilişkinin biçimi köle-efendi ilişkisi olmak zorundaydı. Düşünüre göre özbilinç, ancak başka bir özbilinçle girdiği çatışma sonucu diğeri tarafından kabul edildiğinde ve tanındığında kendi varlığından emin olur, dış dünyadaki yerini ancak bu şekilde alır. Bu tanınma ve kabul edilme ise karşılaşılan diğer özbilinci kendine tabi kıldığı, hatta yok ettiği sürece tamamlanmış olur. Kendi değerini diğerine ispatlama, kabul ettirme ve başka bir özbilincin kendisinden daha değerli olmadığını görme aşamaları Hegel için özbilincin var olma koşuluydu ve bu koşula ancak diğer özbilinçle ölümüne mücadeleye girmeyi göze alabilenler sahip olacaktı. Bu noktada köle-efendi diyalektiğinden Hegel’in sivil toplum ve devlet kuramına miras kalacak olan ilk tespitine ulaşabiliriz; tarihteki ilk ilişkiyi köle-efendi ilişkisi ve iki farklı özbilinç arasındaki tanınma mücadelesi sayan düşünür, böylelikle tarihteki ilk bilinç biçiminin toplumsal bilinç olduğunu savunmaktaydı. Özbilinç özgürlüğe ben sayesinde değil, biz ile ulaşmaktaydı. Bu ön kabul Hegel’i toplumsal yapıların doğallığına ve devletin Hobbes ve Locke gibi sözleşme kuramcılarının iddiasının aksine varsayımsal bir sözleşmenin ürünü olduğu değil, bir tarihsel zorunluluk olduğu düşüncesine taşıyacaktı.

Düşünür sonuç olarak tarihteki bu mücadeleyi taraflardan birinin efendi, diğerininse köle haline gelmesiyle nihayete erdirir. Bundan böyle taraflardan biri bağımsız ve kendisi olmak için yaşayan, diğeri ise bağımlı ve efendisinin ihtiyaçlarını karşılamak için yaşayan birer varlığa dönüşür.

Hegel felsefesindeki köle-efendi ilişkisi bu noktada kalsaydı ne diyalektik ilişkiden, ne de bu ilişkinin tarih ve devlet kuramına yön verme kapasitesinden bahsedilebilirdi. Ancak tarih boyunca köle ve efendilerin biçim değiştirerek var olmaya devam ettiğini belirten düşünür, bu iki unsur arasındaki diyalektik ilişkiyi doğayla kurulan ilişki, emek ve çalışma kavramları üzerinden açıklayarak, her ne kadar kavramların sürekliliği biçim değiştirerek devam etse de köleler ve efendilerin sabit kalmayarak sürekli yer değiştirdiğini belirtir. Esas can alıcı nokta ise bu değişimin öznesi olarak köleyi tarif etmesidir. Çünkü köle ölüm ve açlık korkusu ile efendisinin ihtiyaçları için çalışmak, üretmek zorundadır. Bu zorunluluk köleyi dış dünyayla, doğayla müdahaleci, üretken bir ilişki kurmaya, doğayı ve ham nesneleri dönüştürmeye zorlar. Köle çalışır, emek verir, dış dünyayı dönüştürür ve bu faaliyetleri sonucunda “ürün” elde eder. İşte köleyi tarihsel dönüşümün esas öznesi haline getiren şey dış dünyada yarattığı bu değişime sebep olan emek gücü ve emeğinin ürünüdür.

Efendi ise kölenin aksine doğayla, dış dünyayla bağ kurmak için bir zorunluluk duymaz. Efendiyi, efendi yapan köledir, köle ile giriştiği tanınma mücadelesinden galip çıkarak efendilik konumunu kazanır, dolayısıyla özbilincini köleye borçludur. Kölenin emeği ve üretimi arttıkça fiziki varlığını da köleye borçlu hale gelir. Efendi doğayla ilişkiye girmediği, dış dünyayı dönüşüme uğratmadığı ve tüm bunlarla köle aracılığıyla ilişkiye girdiği için tarihin edilgen öznesidir. Köle ölüm ve açlık korkusu ile sarsılarak emek gücünü her gün yeniden kullanıp, kendisini de bu üretim esnasında dönüştürürken, efendi kendisini dönüştüremez. Köle tarihin üretici, aktif ve itici kuvvetiyken, efendi, efendilik vasfını kazandığı andan itibaren gerilemeye başlayan statik bir unsurdur.

Bu nedenle Hegel’in tarih felsefesinin aktif öznesi8 köledir. Köle dış dünyada çalışır, verili dış dünya ile ilişkiye girer, onu olumsuzlar ve aşmak ister. Bu istek sayesinde özgürlüğüne kavuşacağı yeni bir dünyayı kurma seçeneğini oluşturur ve değişimi tetikler. Ancak bu tespitler bizde Hegel’in kendi çağında henüz emekleme aşamasında olan işçi sınıfının devrimci siyasi özne olma vasfını onayladığı veya savunduğu gibi bir izlenim yaratmamalı. O, çalışma ve emeğe insanın kendini gerçekleştirme sürecinde böylesi bir önem atfederken, öte yandan tüm bu aşamaların tarihin zaten önceden belirlenmiş bir sona doğru izlediği yolculukta mutlak tin tarafından belirlenen, onun bir parçası olan ve sonunda ona dönen uğraklar olduğunu düşünür. Düşünür açısından tarih aklın ileriye doğru, gerçek özgürlüğü gerçekleştirmeye doğru yaptığı diyalektik bir yolculuktur9 ve tüm tarihsel süreç özgürlük idesinin kendisini gerçekleştirme serüvenidir.10 İnsanlar, toplumsal olaylar, yaşayan her şey, tüm eylemler ve düşünceler aklın kendisini açma (mutlak tine ulaşma) sürecinin araçlarından ibarettir. Tam da burada devreye Hegel’in devlet anlayışı girer, tüm bu mistifikasyonun Hegel açısından toplumsal yaşamdaki karşılığı “devlet”tir, başka bir deyişle düşünür nezdinde tarihin en mutlak devlet biçimi olan anayasal monarşi, yani Prusya Krallığıdır. Tarihin gayesine; özgürlük idesinin kendisini gerçekleştirdiği ana ulaşıldığında “tarihin sonu”nun geleceğini savunan düşünür için bu son Protestan Prusya Krallığı ve onun yönetim biçimi olan anayasal monarşi ile başlar.

Kurduğu köle-efendi diyalektiği ve geliştirdiği tarih felsefesi ile insanın başka bir insanla, doğayla olan ilişkisini ve nihayetinde toplumsal ilişkinin temellerini açıklamaya girişen düşünür, toplum ve siyaset felsefesini “nesnel tin”in alt başlığı olan “nesnel ahlaklılık/toplumsal etik yaşam” bölümü altında oluştururken mutlak tinin yeryüzündeki karşılığı olan devleti merkezi bir yere koyar. Şüphesiz ki Hegel’in toplum ve siyaset felsefesinde devlet çok mühim bir konuma sahiptir, ancak devleti önceleyen kategoriler olan aile ve sivil toplum incelenmeden onun devlet hakkındaki görüşlerini anlamaya çalışmak yanıltıcı olacaktır.

Devlet ve Sivil Toplum

Önceki bölümlerde değindiğimiz üzere Hegel’de “toplumsal etik yaşam”ın üç unsuru aile, sivil toplum ve devletti. Çok kısaca; aile fedakârlığın hâkim olduğu öznel bağları, sivil toplum bu bağların dışsallaştığı ve çıkar ilişkilerinin hâkimiyetindeki nesnelliği, devlet ise her iki düzlemin aşılarak kapsandığı, içinde hem vatan sevgisi ve fedakârlığı hem de toplumsal ilişkilerin dayandığı ekonomik ve hukuksal ilişkileri barındıran “evrenselliğin” hâkim olduğu zorunlu bir kategoriydi.11

Etik yaşamın bu üç farklı unsuru aynı zamanda farklı insan ilişkilerine, bu ilişkilerin farklı biçimlerine karşılık gelmekteydi. Aralarında ardışık bir ilişki olmakla beraber, birinin doğuşu diğerini yok etmiyor, bu farklı kategoriler birbirinin içinde gelişerek diğerini oluşturuyor ve sonuç olarak devlete içkin şekilde varlıklarını sürdürmeye devam ediyordu. İlk aşama olan aile ilişkisinde kan bağıyla birbirine bağlı olan insanlar kişisel bir fedakârlık içindeydi. Aile bireyleri sadece kendi faydaları için değil, ailenin diğer üyeleri için de çalışır, verdikleri tüm kararlarda onların da esenliğini düşünürdü. Bu ilişki tipinde kişiler tüm çocuklar ve yaşlılar için değil, sadece kendi aile üyeleri için fedakârlıkta12 bulunurdu. Aile toplumu oluşturan ilk basamaktı, çocuklar büyüyüp başka aileler oluşturdukça ailenin dışsallaşması gerçekleşecek, öznel bağlara dayanan ilişki gelişip karmaşıklaşacaktı. Bu noktada etik yaşamın ikinci aşaması olan “sivil toplum” 13 gündeme gelecekti.

Sivil toplum Hegel’e göre “evrensel egoizmin” hüküm sürdüğü, ekonomik yaşam temelli bir alandır. Burada kişiler kendi istek ve ihtiyaçlarını gidermek için birbirleriyle ilişki kurar, diğer herkese kendi amaçları doğrultusunda yaklaşırlar. Kurulan ilişkilerde karşı tarafın istek ve ihtiyaçlarını değil, kendi çıkarlarını gözeten sivil toplum üyeleri, bu saikle ekonomik faaliyetlerde bulunur, alım-satım yapar, sözleşme ihdas ederler. Her ne kadar amaç kendi üstün çıkarları olsa da, karşılıklı girilen ekonomik ilişki bu toplumun üyelerini birbirine bağlar, ancak bu bağlılık hiçbir aşkın amacı içermez. Kişiler mübadele ilişkisi içerisinde birbirleriyle nesneler, para ve piyasa üzerinden dolayımlanarak ilişkilenirler. Bu evre aynı zamanda söz konusu ilişkilerin düzenlendiği hukuksal alanının da gelişimine yol açar ve Hegel’in devlet kuramında merkezi önemde olan hukuk kurumlarının gelişimine yol açar.14

Hegel’in sivil toplum kavramını kendi eserlerinde “bürgerliche gesellschaft” yani burjuva toplumu olarak kullandığını daha önce belirtmiştik. Bu anlamda onun sivil toplum kuramı özelde burjuva toplumuna hasredilmişti. Yükselen burjuvazinin zenginleşme ve sermaye birikimi için önemini kavrayan ve bu hedeflerin gerçekleşmesi oranında Alman Krallığı’nın da gelişeceğini düşünen Hegel, burjuvaziyi devletin önemli bir unsuru olarak görüp cepheden eleştirmemekle birlikte, burjuva toplumunun temel özelliği olan çıkar ilişkisinin zamanla bütün topluma zarar vereceğini ve uzun vadede büyük kitlelerin yoksullaşmasına yol açacağını ileri sürdü. Düşünürün yaşadığı dönemde Almanya’da kapitalist gelişmenin diğer Avrupa ülkelerine nazaran geri olmasına, buna uygun siyasal yapılanmanın da henüz oluşmamasına rağmen, Hegel kendi burjuvazisini yaratmakta İngiltere veya Fransa kadar yol kat etmemiş olan Almanya’da bu sınıfın yapısına, işlevine ve yetersizliklerine yönelik genel geçer çıkarımlarda bulunmuştur.15 Bunda düşünürün Adam Smith ve Ricardo gibi iktisatçıları yakından takip etmiş olmasının payı büyüktü. Hegel’in burjuvaziyi bitmeyen zenginleşme arzusu sebebiyle toplumun geniş kesimlerinin yoksullaşmasına yol açmakla suçlaması, onun işçi sınıfı mücadelesine yaktığı bir ışıktan ziyade, aristokrasi ve gerektiğinde piyasayı da kontrol edebilecek güçlü anayasal monarşi yanlısı tutumunun sonucuydu.

Burjuvazinin sürekli zenginleşme hedefi doğrultusunda toplumda aslında var olmayan bir talebi yaratmaya çalıştığını ve bu farazi talebin kapitalist sistemin bir parçası olduğunu kabul eden düşünüre göre sivil toplum kendi içinde bu tip manipülasyonlara son derece açıktı. Sivil toplumun, ekonomik ve sosyal dengeleri uzun vadede sarsacak bu yıkıcı özelliğini önleyecek yapı ise devletti. Hegel sivil toplumun karakteristik özelliği olan çıkar savaşımının açmazlarına ve toplumun geleceği üzerindeki olumsuz etkilerine çare olarak devlet yapılanması önerirken, kendi yöntemine uygun olarak, sivil toplumu sona erdirmiyor, dışarda bırakmıyor veya liberal öğretide olduğu gibi devlet yapısından keskin sınırlarla ayırmıyordu. Aksine sivil toplumun baki kalmasını, devletin “yüce varlığı” içinde kapsanarak yönlendirilmesini savunuyordu. Aile yapısına göre daha ileri bir evre olan sivil toplumda tikel ve tümelin uzlaşısı büyük ölçüde sağlanacak, ancak bu uzlaşı ilelebet sürmeyecek, sivil toplum doğacak yeni çelişkileri çözmeye yetmeyecek ve daha ileri bir form içinde var oluşunu sürdürmeye devam edecekti. Burada Hegel’in düşüncesinin liberal öğretide feyz alınan kuramcılardan olan Locke ve yine sözleşmeci bir düşünür olan Hobbes’dan farkı da ortaya çıkmakta, sivil toplum ve devlet alanı hangi saikle olursa olsun birbirinden ayrı düşünülmemekteydi. Devlet’in ortaya çıkışına dair insana ve topluma dışsal kalan bir çözümleme yapılmamakta, devlet zorunlu bir tarihsel kategori olarak görülmekteydi. Hegel bu iki aşamayı, yani devleti ve sivil toplumu birbirinden ayrı düşünmezdi, fakat öte yandan bu iki kategoriyi aynı ilkeye dayandırmazdı. Ona göre sivil toplumda belirli bir zamandaki istekler, ihtiyaçlar ve bu doğrultuda gelişen bir anlayış hâkimken, devlette zamanın ve mekânın üstünde olan bir akıl hâkimdi.

Tin’in kendisini gerçekleştirme serüveninde sivil toplumu bir ara durak olarak gören Hegel’e göre, bu serüvenin nihai istasyonu devletti. Sivil toplumun yukarıda kısaca izah etmeye çalıştığımız ilkeleri, Hegel’in tasavvurundaki devlet yapılanmasının ilkeleri ile çatışacak ve bu çatışma sivil toplumdan daha ileri ve yetkin bir aşama olan “devlet”in tamamlanmasına evrilecekti. Bu yolculuk esnasında sivil toplumdan devlete geçişin kolaylaştırıcısı olarak “korporasyonlar” işaret edilmişti. Korporasyonlar sivil toplumda egemen olan bireysel menfaatçi görüşü daha genel bir menfaate dönüştürmenin araçlarıydı. Kamusal karakteri haiz bu yapıların kamu otoritesinin denetimi altında16 olacağını belirten Hegel bu yapıların toplumu burjuvazinin bencil kar hırsından koruyabileceğini ve sivil toplumla devlet arasında bir geçiş yaratabileceğini düşünmüştü. Tüm toplumsal yaşamın evrilerek vardığı son aşamada karşıtlıkların çözülerek ortadan kalkacağı, tümel ve tikelin birleşeceği, yurttaşlarına etik yaşamı ve özgürlüğü sunacak olan biricik kategori; yani devlet ortaya çıkacaktı.17

Hegel devleti tinin kendisini gerçekleştirdiği bir alan olarak görür, onun devleti tarihte gelinebilecek en yüksek aşama olan mutlak bir devlettir. Özgürlüğün, ahlaklılığın, evrenselliğin gerçekleşebileceği yegâne çatıdır. Bireyden, sivil toplumdan, özel ve kamusal kurumlardan, bürokrasiden bağımsız ayrı bir yapılanma değil, aksine bunların tamamını çepeçevre saran, onlardan doğan ve onların varlığını kendi içinde barındıran devlet tarihin amacının yani aklın ve özgürlüğün kendini gerçekleştirmesinin karşılığıdır. Bu devlet yurttaşlarına dışarıdan hiçbir hizmet sunmaz. Dışarıdan hizmet sunan ayrıksı bir yapı olarak kurgulanmamıştır. Zaten bireysel ve toplumsal yaşamın tüm unsurları bu devletin bir parçasıdır ve devlet içinde devinir. Birey devletin parçasıdır, sivil toplum devletin parçasıdır, piyasalar, aile, din tamamı devletin bileşenidir. Hegel’in devleti kendi müdahale alanı dışında tek bir unsur dahi bırakmaz, çünkü zaten kendisi bu unsurların toplamı olmakla beraber onların yapamadığını yapan, çözemediğini çözen evrimleşmiş ve mükemmelleşmiş halidir.

Öte yandan bu devlet, modern bir devlettir. Dinin ya da ahlakın devletin parçası olması demek, devletin dışardan dikte edilecek dini veya ahlaki kurallara göre yönetileceği anlamına gelmez. Aksine Hegel’in benimsediği biçimiyle devlet bir anayasal monarşi, bir hukuk devletiydi. Monark kimi hükümdarlık yetkilerine sahip olsa da anayasal kurumlar varlığını sürdürürdü. Devlet, dini de ahlakı da kendi bünyesinde barındırırdı. Dini barındırırdı, zira soy bağıyla başa gelen monark18 aynı zamanda bir hristiyandır, ahlakı barındırır çünkü devletin kendisi etik yaşamın mümkün olabileceği tek olasılıktır. İdeal ve akli olan devletin ancak modern devlet olabileceğini söyleyen Hegel’e göre, modernizm öncesi devletler geri bir aşamayı temsil ediyordu ve tinin kendini gerçekleştirmesi için sunabilecekleri bir zemin yoktu.

Modern devletin kuruluşunda hukukun merkezi rolünü kavrayan düşünür, bu nedenle kendi tasavvurundaki devlette hukuka ve bürokrasiye büyük önem atfediyordu. Ona göre özgür olmanın şartı bu devletin üyesi olmak ve hukukuna uymaktı. Bireyi toplumdan, toplumu ise devletten ayırmayan düşünür, bu özdeşliğin farkına varan ve uyum sağlayan yurttaşların tam manasıyla özgürlüğe kavuşacağını savunuyordu. Tüm bu özellikler göz önüne alındığında Hegel’in devlet ve sivil toplum kuramı liberal düşünceden farklı biçimde birey ve toplumu ayırmaz, piyasa kavramını devlet dışı bir kategori olarak tarif etmez ve piyasalara kamusal müdahalenin gerekliliğini savunur, burjuvaziyi yeniçağın önemli bir aktörü olarak görmekle birlikte bu sınıfın kar hırsının yol açabileceği sonuçlardan toplumun korunmasını sağlayacak bir devlet mekanizması öngörür. Öte yandan sahip olduğu diyalektik yönteme, ilerlemeci evrimci tarih görüşüne rağmen Hegel kendi politik angajmanları olan bir düşünür olarak, tüm bu tespitlerini tin olarak adlandırdığı metafizik örtüyle örter, emekçilerin üretimden gelen gücüne yaptığı vurguya rağmen, bir aristokrasi ve monarşi yanlısı olarak ideal devletinde emekçi sınıfına belirleyici bir rol vermez. Dünyayı emeğiyle dönüştüren biricik varlık olan insanı tinin, aklın bir aracı konumuna indirger. Ve kurduğu felsefenin derinliğine tezat olacak biçimde tarihin geleceği en son ve en ileri aşamanın dönemin Prusya Krallığı olduğu vurgusuyla mutlak tinin metafizik yolculuğuna son noktayı koyar. Hegel’den geriye, sosyal bilimciler açısından “değerini” ve güncelliğini hiç kaybetmemiş bir felsefi sistem, sonradan Marx ve Engels tarafından dönüştürülerek dünyevi düzlemde işçi sınıfının iktidar mücadelesi için kullanılacak bilimsel yöntem olarak yeniden geliştirilen diyalektik ve zıt görüşlere mensup düşünürlerin bile yer yer ilham alacağı ve görmezden gelemeyeceği bir devlet kuramı kalır.

Bu devlet kuramında devletin temel niteliklerini ve siyasasını belirleyen belge olan anayasaya verilen önem açıktı.19 Tinsellik, doğallık ve toplumsallığın bileşimi olan devletin anayasası dışsal ve formel bir metinden ibaret olmayacak, halkın ortak tinini yansıtacaktı. Anayasayı kimin, ne zaman yapacağı gibi sorular düşünür için bu nedenle anlamsızdı. Zira anayasa her toplumun içinde zaten mevcuttu ve dile getirilmeyi bekliyordu. Bu noktada “bildung” kavramını devreye sokan düşünür, toplumun içinde zaten var olan anayasanın bir tür kendini gerçekleştirme denebilecek bu faaliyet sayesinde açığa çıkacağını savunmaktaydı. Tipik bir Alman idealizmi örneği olan bu düşünce aydınlanmanın biçimsel ve sınırlayıcı anayasa fikrinden ayrılmakta, toplumsal ve politik özü halkın ruhuyla (volksgeist) şekillenmiş bir anayasayı işaret etmekteydi. Hegel’de tasavvur edilen devlet ve onun anayasası liberalizmin toplumsal çatışmalarda hakem görevi gören devleti ve yasalarının aksine baştan sona politikti ve politika kavramının özü olan çatışmayı da çepeçevre içeriyor, kendi dinamiği içinde aşarak çözüme kavuşturduğunu iddia ediyordu.

Anayasa Tartışmaları Sürerken

Günümüzün “yerli ve milli” anayasa tartışmalarını anımsatan bu yaklaşım, esasen iki yüz yıl önce yürütülmüş olmasına rağmen, bugünkü tartışmayı domine eden söylemlerden çok daha gelişkin bir kavram setine sahipti. Fransız Devrimi’nin hemen sonrasına, Marksizmin doğuşunun ve Ekim Devrimi’nin öncesine gelen momentte Hegel tarafından geliştirilen felsefe ve onun devlet kuramı bir yandan rasyonalizmin ve gelişmekte olan kapitalizmin ihtiyaçlarının etkisindeyken, öte yandan Alman uluslaşmasına ve diğer Avrupa ülkelerinin gerisine düşmüş Alman ülkesine bir sıçrama tahtası işlevi görüyordu. Hegel çağından bağımsız ve apolitik bir düşünür değildi. Germen ulusunun tarihin en ileri evresinin taşıyıcısı olacağına olan inancı, kuramını oluştururken metafizik ögelere yaslanmamasını olanaksız kılmıştı. Buna rağmen modern devlet teorisinin köşe taşları olan hukuk kurumları ve dinsel kuralların devlete hâkim olamayacağı tezlerinden vazgeçememişti. İsteği birleşik, merkezi ve güçlü bir Prusya Kralllığı idi ve bu isteğin itici gücünün emekçiler olmayacağının farkındaydı. Ancak burjuvaziyi de tarihin başlıca öznesi olarak kabul etmedi, aristokrasi yanlılığını gizlemedi ve burjuvalar ile emekçiler arasında bir tercih yapmaksızın tarihin öznesi olma misyonunu bir belirsizliğe, mutlak tine havale etti. Ancak felsefesini getirdiği son noktadan bağımsız olarak Hegel, tüm yapıtları boyunca yaptığı çalışmaların başlıca özelliği olan titizlik ve derinliği devlet kuramından da esirgemedi. Yazı boyunca değinmeye çalıştığımız tarih görüşünü, köle-efendi diyalektiğini aileyi, sivil toplumu ve devleti açıklamaya çalışırken kendisinden sonraki kuşaklara ilham olacak çıkarımlarda bulundu.

Anayasaları sadece biçimsel bir yasal sınırlama belgesi olarak görmeyerek, bu belgelerin özündeki siyasi unsuru dışa vurdu. Bugün herhangi bir iktidarın başlıca refleksleri arasında anayasa tartışması yaratmak varsa, sebebi bu belgelerin sahip olduğu kabul edilen politik içeriğin gücüdür.

Günümüzde yeniden alevlenen tartışmalarda iktidar kesiminin “devletin fabrika ayarlarına dönüşü”nden bahsederken, milli anayasadan bahsederken Hegel’in devlet kuramına atıf yaptığını düşünmek iltifata varan bir yanlış anlaşılma olabilir. Ancak doğrudan böylesi bir bağlantı olmasa da kuramcının görüşlerinin 20. ve 21. yüzyıl dünyasını etkilemeye devam ettiği bir gerçek. Bu etkilenme belki Hegel’in devletinin kapsayıcılığına ve müdahaleciliğine öykünme şeklinde kimi baskıcı otoriter eğilimlerde görülse de, söz konusu iktidar odaklarının Hegel’in deyimiyle özüne inildiğinde karşılaşılacak olan çoktan yapılmış bir sınıfsal tercih ve açık bir sınıf karakteri olacaktır. Tamamı burjuvazinin kısa-orta-uzun vadeli çıkarlarına hizmet etmek için siyaset sahnesine çıkan bu özneler, diğer her kurum gibi anayasayı da bu doğrultuda değiştirmek isteyecek, bunun dışında gündeme getirdikleri her başlık “cambaza bak” söyleminden öte bir anlam taşımayacaktır.

Hegel’in metafiziğe atıfla sonlandırdığı felsefesinde bile anayasaların dayandığı “volksgeist” halkın ruhu kavramı belli bir uzlaşıyı sembolize eder. Toplumsal meşruiyeti tartışmalı, toplumun belirgin bir kesimiyle mesafeli, asla bir mutabakatı temsil etmeyen, aksine belirli bir sınıfın açık temsilcisi olarak hareket eden bir siyasi yapının sırf hukuksal anahtarları ele geçirdiği için “yeniden kuruluş” söylemi etrafında anayasa yapımına soyunması düşündürücüdür. Bu çerçevede yapılan tartışmalarda toplumun asıl üretken kesimi olan emekçileri ilgilendiren eğitim ve sağlık hakkının, barınma ve çalışma hakkının bir kez bile getirilmediği bir ortamda 1921 Anayasası’na geri dönüşten bahsedilmekte, devlet görevlisi olarak dinsel bir yapıda hizmet veren bir kimse “1921 Anayasası’nda laiklik yoktu” demek suretiyle hali hazırda kurulu olan devletin temel anayasal niteliklerinden birini hedef almaktadır.

Yine bu süreçte savaş dönemi anayasası olan 1921 Anayasasına atıfla devletin temel niteliklerinden olan “merkezi yapılanma”nın tasfiye edileceği ve yerinden yönetim mekanizmalarının güçlendirileceği belirtiliyor. Hemen ardından rejimin “bekası” için yasama ve yürütmenin faaliyet alanını Cumhurbaşkanı lehine daraltmaktan bahsediliyor. Bırakalım tutarlı bir toplumsal analiz yaparak bu analize karşılık gelen devletin özelliklerini tartışmayı, haftalık gündemler üzerinden bile değişen bir düzlemde süren bu tartışmaların asıl belirleyeni tercih edilen güncel siyasi pozisyonlardır. Anayasa tartışmalarının içeriğini ve zamanlamasını dönemin ekonomi-politik koşulları ve toplumsal ihtiyaçları değil, kimi zaman meclis muhalefetine yönelik planlar, kimi zaman seçim aritmetiği hesapları, kimi zaman da uluslararası politikanın bir uzantısı olan bu ani değişiklikler belirlemektedir. Bir devletin en politik ve temel belgesi olan anayasanın değiştirilmesi, hatta toptan kaldırılıp yerine yeni anayasa yazılması gündemi, güncel siyasi tartışmaları yönetmek, tüm hızıyla süren ekonomik krizi perdelemek için alevlendirilmektedir.

Tartışmalar sürerken Avrupa Birliği tarafından ısmarlanan bir ödevin yerine getirilmesi olan “İnsan Hakları Eylem Planı” yeni anayasa yapmaya, kurucu iktidar olmaya çalışanların “mutlak tin”inin, “kutsal”ının mülkiyet hakkı olduğunu gözler önüne seriyor.

Bugün milli anayasadan, yeniden kuruluştan bahseden kesimlerin “sivil toplum” ve “devlet” gerilimini çözüme kavuşturma veya bu iki kavramın aslında iç içe olduğunu, çıkarlarının aynı olduğunu iddia etme gibi bir derdi yoktur. Zira ortada konuşulabilecek tek bir çıkar, tek bir temsiliyet vardır, o da burjuvazinin çıkarları ve temsilciliğidir. Dinsel veya milliyetçi bir söylemle “aşkın” bir mücadele veriliyormuş, ideolojik motivasyonu ne olursa olsun kendi açısından geliştirdiği bir “toplumsal iyi” veya “toplumsal fayda” kavramlarına sahipmiş gibi yapan odakların, günün sonunda ortaklaştığı tek mücadele başlığı yerli ve yabancı sermayenin çıkar mücadelesi olmaktadır.

Anayasalar daha önce de belirttiğimiz gibi bir devletin temel niteliklerini belirleyen, bunu belirleme ehliyetine sahip olan toplumsal öznelerce yapılır. Anayasal nitelikler kâğıt üzerinde kabul edilen biçimler olmadığı gibi, kâğıt üzerinde yok da edilemezler. Yok edildiği düşünüldüğü anda tekrar daha güçlü biçimde kendilerini gösterirler. Günümüzde yürütülen anayasa değişikliği tartışmaları halkın ihtiyaçlarından türememiş, iktidarın ve yer yer meclis muhalefetinin siyasi manevra aracına dönüştürülmüş tartışmalardır. İki yüz yıl öncesinden bugüne çok şey değişmiş, Hegel siyaset felsefesine dair birçok tespitinde yanlışlanmıştır. Tarihin esas devrimci öznesi olan emekçiler düşünürün ölümünden yaklaşık doksan sene sonra ilk işçi devletini kurmuş ve işçi devleti kendi anayasasını kaleme almıştır. Düşünürün yanılmadığı nokta ise anayasaların salt hukuki metinler olmayıp, politik öze sahip, toplumsal ihtiyaçlardan doğan metinler olduğudur. Bu gerçeğin 2021 yılı Türkiyesi'nde de anlaşılması uzun zaman almayacaktır.

  • 1. David West, Kıta Avrupası Felsefesine Giriş, Paradigma Yayıncılık, İstanbul, 2013, 3. Baskı, s. 67.
  • 2. A.g.e., s. 68.
  • 3. Georg Wilhelm Friedrich Hegel, Grundlinien der Philosophie des Rechts oder Naturrecht und Staatswissenschaft im Grundrisse -Mit Hegels eigenhändigen Notizen und den mündlichen Zusätzen, Frankfurt am Main: Suhrkamp, 1986, s.29 vd.
  • 4. Barış Mutlu, “Hegel’in Politika Felsefesinde Devlet-Birey İlişkisi ve Hakiki Bir Birey Olma Yolunda Hukukun İşlevi”, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Arkivi, Sayı 16, s.183.
  • 5. Hegel, a.g.e., s. 110 vd.
  • 6. Aslında Hegel, kendi eserlerinde bu kavramdan “bürgerliche gesellschaft” yani “burjuva toplumu” olarak bahsetmektedir. Ancak kavramın Türkçe kaynaklardaki yaygın kullanımı “sivil toplum”dur.
  • 7. Hegel Aydınlanma ilerlemeciliğinden esinlenmekle birlikte, özellikle Fransız Devrimi sonrası yaptığı devrimin despotizme geri dönüşü tespitinin ardından Aydınlanma’nın “çizgisel ilerlemeciliğini” değil, “diyalektik ilerlemeci” tutumu benimsemiştir.
  • 8. Esas belirleyici ve dönüştürücü özne “akıl” olmakla beraber.
  • 9. West, a.g.e., s.72.
  • 10. Hans Heinz Holz, Devrimin Cebri, Yordam Kitap, İstanbul, 2017, s.116-117.
  • 11. Hegel, a.g.e., s. 307-308.
  • 12. Hegel ailenin özü olarak fedakârlık kavramını işaret ederken, bu fedakârlığı sadece sevgi kaynaklı bir duygusal durum olarak görmez. Ona göre aile ilişkisini domine eden bu kavram öncelikle karşılıklı can güvenliğinin ve temel yaşam gereksinimlerinin dayanışma içinde sağlanması ihtiyacıyla ilintilidir.
  • 13. Hegel, a.g.e., s.340 vd.
  • 14. Düşünürün devlet kuramında hukuka böylesi bir önem vermesi modern devlet kavramına olan bağlılığını göstermektedir. Hegel hukuk kurumlarına ve memur kesimine (bürokrasiye) devletin özgürleştirici misyonunun uygulayıcıları olarak bakar.
  • 15. “Hukuk Felsefesinin Ana Hatları” adlı eserinde burjuvaziye ve tacir kesime sıkça değinmiştir.
  • 16. Hegel, a.g.e., s.152
  • 17. Hegel, a.g.e., s.398 vd.
  • 18. Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Sol Yayınları, Ankara, 2016, 3. Baskı, s.51.
  • 19. Hegel, a.g.e., s.432.