Her ne kadar olabildiğince parlak şekilde ambalajlansa da bütün bunlar, sosyal demokrasinin iktidarda olduğu yıllara özlem duyan bir romantizmden öte gitmiyor.

21. yüzyıl Enternasyonalleri ve yeşillendirilmiş kapitalizm

Kapitalizmin krizde olduğu, sermaye cephesinin ideologlarının ve siyasetçilerinin de ayırdında oldukları bir gerçek. Bu kriz, emperyalist sistemin aktörlerinin oluşturduğu birliklere de yansıyor. Avrupa Birliği’nin yaklaşık on yıldır içinde olduğu kriz, özellikle pandemiyle birlikte birliğin geleceğinden duyulan endişeleri artırmış durumda. Bu, Avrupa solunda birtakım yan yana gelişleri ve ittifakları da beraberinde getiriyor.

Sosyal demokrasinin soldan konuşması da kriz anlarında işçi sınıfına uzlaşmacı kimi yollar önermesi de yeni değil. Sosyal demokratların işçi sınıfına ilk ihanetinin lekesini üzerinde taşıyan II. Enternasyonal’den bu yana Sosyalist Enternasyonal, bu geleneğin en istikrarlı sürdürücüsü oldu. Türkiye’den CHP ve HDP’nin de parçası olduğu bu oluşumun, isminde geçen sosyalizmle uzaktan yakından ilgisinin olmadığı bir gerçek. Sistemin krizi pandemiyle birlikte daha da derinleşince, sosyal demokrasi de inandırıcılığını artırmak için daha radikal, daha soldan kimi söylemlere ihtiyaç duydu. Bu ihtiyacın doğurduğu en son icat, geçtiğimiz Mayıs ayında kuruluşu ilan edilen İlerici Enternasyonal (İE)1. İçinde dünyanın çeşitli ülkelerinden akademisyenler, bakanlar, aktivistler ve oyuncuların yer aldığı İE Yönetici Kurulu’nda Türkiye’den de iki üye var: Yazar Ece Temelkuran ve HDP Onursal Başkanı Ertuğrul Kürkçü.

Peki yenisiyle eskisiyle Avrupa solunda ortaya çıkan tüm bu oluşumlar, sistemin içinde olduğu krize nasıl yaklaşıyor? Her şeyden önce yaşanan kriz, yapısal bir kriz mi yoksa yanlış politikalar mı dünyayı bu noktaya getirdi? Bu soruya verilen yanıtlar, haliyle ortaya konan çözümleri de belirliyor. Örneğin, bir eylem planı ve programı olmasıyla övünen İlerici Enternasyonal’in ortaya attığı “Yeşil Yeni Düzen”, iddialı bir çıkışla takipçilerini kapitalizmin ötesini hayal etmeye çağırsa da gerçekte daha yeşil, daha katılımcı ve daha adil bölüşümlü bir kapitalizmden başka bir şey vadetmiyor. Üstelik yeşil bir yeni düzene geçmek için, seçimler dışında “yeni” bir araca da gerek duyulmuyor. Hatta o kadar ki bu düzene çağrı için kullanılan sloganlar bile yeni değil, sosyalizm müktesebatından aşırma: “Dünyanın bütün ilericileri birleşin!” ya da “Ya enternasyonalizm ya yok oluş”. İyi güzel de “yeni” bunun neresinde? İşte bu yazıda, yenisiyle eskisiyle varolan bu tarz sol birlikteliklere ve bu birlikteliklerin nereye düştüklerine, kurdukları liberal düşlere ve bu düşlerin ne oranda yeni olduklarına biraz daha yakından bakacağız.

II. Enternasyonal’in mirasçısı: Sosyalist Enternasyonal

19. yüzyılda işçi sınıfının siyasi temsilcileri, Sosyal Demokrat İşçi Partileri adı altında mücadele ediyordu. Komünist hareket ile sosyal demokrasi arasındaki ayrışmanın kökeni, 1. Dünya Savaşı yıllarındaki Zimmerwald Konferansı’na dek uzanıyor. 20. yüzyılın başında Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi, yalnız işçi sınıfı içinde kitlesel bir güce değil, Reichstag’da (Alman Parlamentosu) da koltuklara sahip. Ama bu ağırlığını, savaşa karşı II. Enternasyonal’de alınan işçi sınıfının kardeşliğini ve barışı savunma kararını sürdürmekte değil, savaş lehine oy vererek Alman burjuvazisinin yanında saf tutmakta kullanıyor. Bu işbirlikçi ihanete, kısa süre sonra Fransız ve Belçikalı sosyal demokratlar da ekleniyor. Lenin, savaşı destekleyen bu tutuma karşı olanlarla 1915 yılında Zimmerwald Solu’nu örgütleyerek II. Enternasyonal’den kopuşu başlatıyor. Aynı yıl Avrupa’da sosyal demokrasi, artık çoktan düzene soldan eklemlenerek devrimciliğini yitirmiş, işçi sınıfının sözcülüğünden tüm ulusun sözcülüğüne geçiş yapmış halde. 1916 yılına gelindiğinde ise II. Enternasyonal tüm itibarını yitirerek çözülüyor.

İki savaş arası dönemde herhangi bir birlikteliğe ihtiyaç duymayan sosyal demokrasi, SSCB’nin galibiyetiyle sonlanan II. Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde yeniden sahneye çıkıyor. Bu kez Soğuk Savaş döneminde Sovyetlerden esen rüzgârı göğüslemek için. 1946 yılında İngiltere’de toplanan konferansta Enternasyonal’in yeniden kurulmasına karar veriliyor ve 1951’de Sosyalist Enternasyonal (SE) ismiyle kuruluş gerçekleştiriliyor. Aslında bu kuruluşa, yeniden kuruluş demek daha doğru. Çünkü SE, gerek dünya üzerinde sosyal demokrasiden liberalizme uzanan yelpazedeki partileri bünyesinde toplamasıyla, gerek de güncel gelişmelerde takındığı uzlaşmacı tutumlarla tam da II. Enternasyonal geleneğinin sürdürücüsü.

Ülkemizde yıllarca uluslararası konferanslarında CHP’lilerin yaptığı konuşmalar vesilesiyle gündeme gelen SE, geçtiğimiz yıllarda adının geçtiği haber kategorisini çeşitlendirdi. Örneğin, 2016 yılında HDP’nin de danışma statüsüne geçtiği oluşum, İŞİD’e karşı mücadelesinde PYD’yi tanımasıyla CHP’lileri zor durumda bıraktı. Derken, 2017’de SE Genel Sekreteri Luis Ayala, CHP’nin “hak ve özgürlük mücadelesine destek olmak için” İstanbul’a gelerek Adalet Yürüyüşü’nün bir kısmına katıldı. Son olarak geçtiğimiz günlerde organize suç örgütü lideri Çakıcı’nın Kılıçdaroğlu’nu tehdit etmesi üzerine SE, Kılıçdaroğlu’na dayanışma duygularını iletti.

SE’nin dünya ölçeğindeki açıklamalarından bir kısmıysa şöyle: Birleşmiş Milletler’in kuruluşunun 75. yılını kutlamak, iklim sorunlarına karşı acil harekete geçme çağrıları yapmak ve forumlar organize etmek, Romanya Sosyal Demokrat Partisi’nin galip geldiği seçim sonuçlarına ve demokratik sürece saygı göstermesi için Başkan Iohannis’e çağrı yapmak, Biden’ın seçim zaferini tebrik etmek. Bu kadarıyla Enternasyonal, dünya üzerindeki gelişmeleri sosyal demokrasiye olan mesafeleriyle ölçerek not veriyor. Ama dahası var. Geçtiğimiz günlerde Maduro’nun lehine sonuçlanan Venezuela seçimlerinin gayrimeşru olduğunu ilan eden SE; Maduro’yu diktatör, 2019 yılındaki darbe girişimini destekleyen ABD yanlısı muhalefetiyse ülkenin demokratik gücü olarak tanımladı.2 Yaptıkları açıklamada da vurguladıkları gibi, Venezuela seçimleri konusunda yan yana düştükleri diğer özneler şunlar: 2019 darbesi sırasında ABD güdümündeki Juan Guaido’ya destek açıklaması yapan Latin Amerika ağırlıklı Lima Grubu, ABD ve Avrupa Birliği gözlemcileri. Bu bize, SE’nin kimi söylemlerinde emperyalizmle ortaklaşabileceğini gösteriyor.

Daha İyisi, Daha Yenisi… Aslına Bakarsanız Selefinin Aynısı: İlerici İttifak

2013 yılında Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin (SDP) öncülüğünde bir grup, Sosyalist Enternasyonal’den koparak İlerici İttifak isminde yeni bir oluşum kurdu. SPD’nin Genel Sekreteri Sigmar Gabriel, bu ayrılığa SE’nin içindeki demokratik olmayan siyasi hareketlerin varlığını gerekçe gösterse de ayrılığa daha çok mali sebepler yol açmışa benziyor. Zira 2016’dan bu yana tutuklu olan HDP Eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’a 2019 yılında siyasi cesaret ödülü vermesinden hatırlayacağımız İlerici İttifak, CHP ve HDP de dahil, SE içindeki partilerin neredeyse tamamını içeriyor. İpleri koparansa, 1 milyon avro tutarındaki yıllık üyelik aidatını iptal etme kararı oluyor. Bu tutar, dünya üzerinde 120 üyesi bulunan SE’nin mali gücüne işaret etmesi açısından kayda değer. Bu finansal gücün liberal düşünceyi beslemek üzere kimi dernek ve vakıflara aktarıldığı bir gerçek. Bu vakıfların, elinde Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht başta olmak üzere yüzlerce Alman komünistinin kanını taşıyan Friedrich Ebert gibi hainlerin ismiyle anıldığı ise bir başka gerçek ve ayrı bir yazının konusu.  

İttifakın işleyişinin ve hedeflerinin anlatıldığı “Kılavuz İlkeler” metninde, ilerici partiler olarak 21. yüzyılı demokratik, sosyal ve ekolojik bir ilerlemenin yüzyılı yapmayı amaçladıkları yazılı. Ulaşmak istedikleri ilerici düzenin çerçevesi şöyle çiziliyor3:

Makul işler yaratmak ve işsizlikle savaşmak, artan toplumsal eşitsizliklere karşı adil gelir dağılımını veya servetin yeniden dağılımını ve cinsiyet eşitliğini güvence altına almak, LGBTIQ hakları adına ve tahammülsüzlük ve ırkçılığa karşı mücadele etmek, sınırsız ve kural tanımayan mali piyasaları net düzenlemelerle sınırlamak, vergi sahtekarlığıyla mücadele etmek, iklim değişikliğini gerektirdiği aciliyetle kontrol altına almak ve sürdürülebilir ekonomik, sosyal ve ekolojik gelişmeyi teşvik etmek, barışı ve insan haklarını küresel kamu değerleri olarak güvence altına almak, çokyanlılığı yükseltmek, silahsızlanmayı savunmak ve kitle imha silahlarının yaygınlaşmasını durdurmak, ve son olarak açlık ve yoksulluğu ortadan kaldırmak.”

Hemen şunu söyleyelim; yukarıdaki metinde sıralanan sorunlara yaklaşımların, büyük sermaye gruplarınınkinden hiç farkı yok. Örneğin cinsiyet eşitliği ile ilgili hazırlanan kısa videoda, daha yüksek eşitliğin ekonomide daha çok büyümeyi beraberinde getireceği vaat ediliyor. Koç Holding de cinsiyet eşitliği konusunda benzer yaklaşıma sahip. Konu sermayeden açılmışken, tam bu noktada mücadelenin kime karşı verileceğini soralım. Sorunun cevabına dair her arayış, uzlaşma, diyalog ve işbirliği kavramlarına çarpıyor. Bunun ardında, sosyal demokrasinin uzlaşmacılığı ve düzenle kavgalı olmayışı kadar, bilinçli bir tercih de saklı. Bu bilinçli tercih şu: Savaşa, silahlanmaya, işsizliğe, ırkçılığa kimin ya da neyin yol açtığını söylemeksizin tekrarlanan mücadele vurgusu, mücadeleyi “tarafsızlaştırarak”, iyi veya kötü, olumlu veya olumsuz kavramlar arasında geçen bir laf kalabalığına indirgiyor ve içini boşaltıyor.

Kavramlar zeminine taşınan içi boşaltılmış bu mücadelenin yöntemi, bir asırdır tekrar edilmesine rağmen hala kulaklara absürt gelen şu terane: “Birbirimize karşı değil, birlikte çalışarak, güçlü bir küresel eşgüdüm ve ilerici koalisyon yaratarak”. İttifakın ajandasına baktığımızda düzenlenen forum ve toplantılarda, yukarıdaki başlıklarda ortaklaşmak yanında başarılı seçim kampanyaları yürütmeyi de gündeme aldıklarını görüyoruz. İttifak siyasi parti ağırlıklı bir bileşime sahip. Örneğin, Avrupa Parlamentosu’ndaki sosyal demokrat partilerin oluşturduğu Sosyalistler ve Demokratlar Grubu (S&D) da İttifak’ın üyesi. Bu yine, ittifakın verip verebileceği tek somut mücadelenin seçim düzleminde olabileceğini akla getiriyor.  

Özetle İlerici İttifak seçim zaferleriyle gelecek daha adil, daha yaşanılası, daha iyi bir kapitalizm vaat ediyor. Zaten ittifakın sloganı da bu: “Daha iyisini yapabiliriz.” Daha iyinin teminatı, iktidarın hukuka tabi kılınması, uluslararası hukukun güçlendirilmesi ve uygulanması, Birleşmiş Milletler’in küresel düzenin yüce bir timsali olarak kabul edilmesi. SE’nin politik çizgisinin yeniden ambalajlanmış bu hali, emperyalist düzenin hukukla terbiye edilebileceği fikrinden ötesi değil. Bugün sosyal demokrasinin Türkiye’deki ayağı da yargı reformları veya güçlendirilmiş parlamenter sistemle ülkenin sorunlarının çözülebileceğini iddia ediyor. Bir belirsizliğe doğru giden sisteme hukukla çeki düzen vermek, bugün sosyal demokrasinin en büyük vaatlerinden biri. Bu vaadin gerçek olamayacağını tarih bize defalarca kez kanıtladı.

Sütten Ağzı Yanmayanlar: Avrupa Sol Partisi

Avrupa Parlamentosu’ndan çıkan bir diğer benzer oluşum, Avrupa Sol Partisi (ASP). Parlamentoda yer alan Yeşiller/Sol Grubu’ndaki 11 partinin öncülüğünde kurulan ASP’nin içinde Türkiye’den Sol Parti (geçmişteki ÖDP), Yunanistan’dan Syriza ve İspanya’dan Podemos da yer alıyor. İlan ettikleri manifestoda “Demokratik, sosyal, çevreci, feminist, barışçı, başka bir dünya, başka bir Avrupa'yı, dayanışmanın Avrupası'nı kurmak”tan söz eden ASP4, tüm Avrupa düzeyinde uygulanacak ortak bir istihdam rejimi talep ediyor. Asgari ücret, çalışma saatleri, emeklilik, grev hakkı konusunda tüm Avrupa için standartlar belirlenmesini talep etmek, emeğin Avrupa’da serbest dolaşımını kabul etmeyi gerektiriyor. Kurumlarının kontrol ve hareket mekanizmalarının artırılmasıyla güçlendirilmiş bir Avrupa Birliği’nin, Avrupa’da sınıf mücadelesi ve işçilerin çıkarlarının savunulması için avantajlar taşıdığı söyleniyor. Ama unutulan Avrupa Birliği ülkelerinin kendi içinde de eşitsiz olduğu. Örneğin, bu eşitsizlikler sürerken Avrupa Birliği’nde tek bir asgari ücret belirlenirse, bu emekçilerin aleyhine sermayeninse lehine olacak.

Geçtiğimiz yıl İspanya’nın Malaga kentinde toplanan ASP’nin 6. Kongresi “Kapitalizmin üstesinden gelerek halkın Avrupası’nı inşa etmek, barışı güvenceye almak ve gezegeni kurtarmak için: Sola Git, Avrupa’yı Resetle” başlığını taşıyor. Kongre raporu5, liberal solun Avrupa değerlendirmesini anlamak için işlevli bir belge. Ekonomik ve finansal krizlerin tetiklediği işsizliğe, yoksulluğa, iklim krizine ve Trump’ın hızlandırdığı silahlanma yarışına işaret edilen girişte, neoliberal politikaların söylediğinin aksine Avrupa’nın kaynak anlamında zengin bir kıta olduğu ancak bu zenginliğin eşit bölüşülmediği vurgulanıyor. 2008 krizinden bu yana finansal kapitalizmin ve tasarruf bankalarının kayıplarının bedelinin kemer sıkma politikalarıyla halka ödetildiği ve üretici güçlerin mülkiyetinin dünyada bir avuç kişinin elinde toplanmasının daha iyi bir dünya önünde en büyük engel olduğu belirtiliyor. Bunlara karşıysa, enerji, ulaşım, su tedariği, sağlık ve bakım gibi temel sektörlerin kamu hizmetine geçmesi, vergilerin tüm Avrupa’da daha adil biçimde yeniden düzenlenmesi, evsizliğe ve kiraların yükselmesine karşı mücadele edilmesi, tüm Avrupa’da çalışma biçiminin işçiler lehine standardize edilmesi ve Avrupa Birliği’nin neoliberal politikalara zemin hazırlayan iç metinlerinin değiştirilmesi öneriliyor.

Tüm bunlar sözümona Avrupa Birliği’nin kurumlarıyla, Avrupa Birliği’nin içinde mücadele ederek gerçekleşecek. Oysa kapitalizmi tümüyle karşısına almayan ve Avrupa Birliği’nden kopmadan verilen bir mücadelenin başarıya ulaşamayacağı, Yunanistan’daki Syriza deneyiminden öğrenilmiş olmalıydı. Yunanistan’da yeni istihdam yaratma, IMF’ye rest çekme, yurttaşların banka borçlarını silme vaatleriyle iktidara gelen Syriza’yı, o zamanlar hem Türkiye’de hem de dünyada pek çok sosyal demokrat coşkuyla alkışlamıştı. Ancak bu coşku uzun sürmedi. Bugünse Syriza’dan hafızalarda kalan, Avrupa Birliği’nin kemer sıkma politikalarına tam boy teslimiyeti ve Yunan sermayesi lehine yaptığı reformlar...

21. Yüzyıl Liberallerinin “Toplum Sözleşmesi”: Yeni Yeşil Düzen

Liberal sol cenahta ortaya çıkan bir başka aktör de İlerici Enternasyonal. 2018 yılından beri kuruluş hazırlıkları sürdürülen İlerici Enternasyonal (İE), geçtiğimiz Mayıs ayında kuruluşunu ilan etti. İçinde akademisyenler, yazarlar, aktörler, insan hakları ve iklim değişikliği aktivistleri ve politikacıların yer aldığı Danışma Meclisi’nde oldukça medyatik isimler var. Bunlardan bazıları: ABD’li dilbilimci Noam Chomsky, bir başka ABD’li düşünür Cornel West, Hırvat düşünür Srećko Horvat, New York Times yazarlarından Naomi Klein, “Yağmuru Bile” ve “No” filmlerinden hatırlayacağımız aktör Gael García Bernal, ABD’li aktör John Cusack, geçtiğimiz yıl Akdeniz’den geçerek Avrupa’ya ulaşmaya çalışan göçmenleri kurtarmak için gemiyi izinsiz olarak İtalya’ya yanaştıran Sea Watch isimli örgütün kurucusu kaptan Carola Rackette, “Arap Baharı, Libya Kışı”, “Üçüncü Dünya Üzerinde Kızıl Yıldız” gibi kitapların yazarı Vijay Prashad, İzlanda Başbakanı Katrín Jakobsdóttir ve Türkiye’den HDP Onursal Başkanı Ertuğrul Kürkçü ve yazar Ece Temelkuran.

Oluşumun öncüsü, ASP’nin başarısız deneyi Syriza hükümetinin Maliye Bakanı olan ve Çipras’ın Troyka’nın yaptırımlarını kabul etmesi üzerine hükümetten istifa eden Yannis Varufakis. Varufakis Syriza hükümetinden istifa ettikten sonra Avrupa’da Demokrasi Hareketi 2025 (DiEM25) isminde bir oluşum kuruyor. Oluşum, çünkü DiEM25 kendisini bir parti olarak değil, geniş bir koalisyon olarak tanımlıyor. Bu koalisyon, siyasi yelpazede kendisini sağ-sol görüşün bir tarafı olarak nitelemeyi reddediyor. Bu denli çizgisizlik, geleneksel sol partilerin dahi Varufakis’e şüpheci yaklaşmasına yol açıyor. DiEM25 hareketi ile 2019 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde başarısız olan Varufakis, şimdi 2025’teki seçimleri hedefliyor.6 Bu anlamda hem DiEM25’in hem de İE’nin Avrupa Birliği’ne bakınca görmek istediği, 2008 krizi öncesindeki Avrupa.

Ama yalnız Avrupa ile iş bitmiyor. 2018 yılında Varufakis, ABD’den Demokrat Partili Bernie Sanders ile kafa kafaya vererek İlerici Enternasyonal fikrini olgunlaştırıyor. Zamanla İngiltere’den İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn’in de eklenmesiyle ekip tamamlanıyor ve “Dünyanın bütün ilericileri birleşin” diyen İE yola çıkıyor.

Amaç ilerici bir koalisyonla, dünyayı bir avuç diktatörün ve oligarşinin elinden geri almak. Yani temelinde sermaye ile bir dertleri yok, ama Amazon’un CEO’su Jeff Bezos’la, Microsoft’un kurucusu Bill Gates ile dertleri var; burjuva demokrasileriyle bir dertleri yok, Trump, Modi, Bolsonaro gibi zıvanadan çıkmış otoriterlerle dertleri var; piyasayla dertleri yok, yeşil olmayan bir piyasa ile dertleri var. Tıpkı, AKP ile değil Erdoğan’la, sermaye sınıfıyla değil beşli çeteyle derdi olan Türkiye sosyal demokrasisi gibi. İE ile aralarındaki tek fark, bizimkilerin gezegeni o kadar dert etmemesi.

Şimdi İE’nin değerlendirmelerine biraz daha yakından bakalım. Enternasyonal’in açılışında yaptığı konuşmada Noam Chomsky, bugüne dair sorun tespitini şöyle yapıyor7:

“Dünyanın önündeki en büyük üç problem artan nükleer savaş tehlikesi, çevresel felaket tehlikesi ve demokrasinin gerilemesi. Sonuncusu kulağa yersiz gelebilir ancak öyle değil. Gerileyen demokrasi, bu korkunç üçlemenin önemli bir kolu. İlk iki tehlikeden kurtulmak için tek umut, vatandaşların müzakere, politika oluşturma ve doğrudan eylem süreçlerine katıldığı, yaşayan bir demokrasidir.”

Chomsky’nin de konuşmasında özetlediği gibi, bu bakış açısına göre bugün dünyadaki problemlerin iki kaynağı var: Biri Trump, Modi, Bolsonaro ve Ortadoğu’daki aile diktatörlüklerini de içine alan otoriter rejimler; diğeri de 80’lerde Reagan ve Thatcher’la birlikte gelen neoliberal politikalar. Bu ikisini gerici enternasyonal olarak nitelendiren İE, bunun karşısına da kendisini konumlandırıyor. Bu noktada dünyadaki sınıf mücadelesinin nerede cereyan ettiğini Chomsky’den okuyalım:

"Bu güçlerden biri, uzun zamandır faydasını bir hayli gördükleri neoliberal küresel sistemin daha yoğun gözetim ve denetim içeren, çok daha şiddetli bir versiyonunu inatla inşa etmeye çalışıyor. Diğeri ise adalet ve barış dolu bir dünya isterken, enerji ve kaynakların küçük bir azınlığın talepleri yerine insan ihtiyaçlarına yönlendirilmesinden yana. Bu, birçok karmaşık boyuta ve ilişkilere sahip olan bir çeşit küresel sınıf mücadelesi. Eğer insanlık deneyinin kaderinin bu mücadelenin sonucuna bağlı olduğunu söylersek hiç de abartmış olmayız.”

İE, “Küreselleşmeye karşı Enternasyonalizm” sloganını bu konuşmadan çıkarmış olsa gerek. Ama maalesef bu bağlamda kullandıkları tek slogan bu değil. Bir de “Ya Enternasyonalizm Ya Yokoluş” var8. Burada yalnızca sosyalizmin sloganlarına el attıkları yetmiyor, her zamanki gibi Marksizm’in müktesebatını da tahrif ediyorlar. Dünyadaki otoriterleşme elbette mücadele edilmesi gereken bir olgu. Ancak bu otoriterleşmeye yol açanın sermayenin ihtiyaçları olduğu gerçeği görmezden gelindiğinde, geriye içi boş bir demokrasi mücadelesi kalıyor. Sınıflar mücadelesi, işçi sınıfı ve burjuvazi zemininden, diktatörler ve demokratlar zeminine çekiliyor; sosyalizmse bir alternatif olmaktan çıkarılıp yerini reformizme bırakıyor.

Tüm bu tespitlerden çıkansa, Bernie Sanders’ın üzerine seçim kampanyası inşa ettiği “Yeni Yeşil Düzen”. Bu anlatı ilhamını, 1929 Büyük Buhranı sonrası ABD ekonomisini yeniden rayına oturtan ABD Başkanı Franklin Roosevelt’in Yeni Düzen söyleminden alıyor. Böylece İE, 2008 krizinden bu yana kendisini bir türlü toparlayamayan Avrupa Birliği ekonomisini, Roosevelt’in ekonomi politikasını biraz daha yeşillendirerek düzeltmeyi vadediyor9. Bu düzenin ana hatları, gelirden bağımsız karbon vergilendirmesi, çok uluslu şirketlerin ödeyeceği kurum vergisi, Yeşil “Manhattan Projesi”10, ve Keynes’in 1944’te önerdiği Uluslararası Parasal Mahsuplaşma Birliği. Anlayacağınız İE, sloganlar konusundaki “yaratıcılığını” programının ana hatlarında da sürdürüyor. O kadar ki, Marshall Planı doğrultusunda 1948 yılında kurulan OEEC’den (bugünkü ismiyle OECD - Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü) ilhamla, aynı kısaltmayla kodlanacak olan, Acil Çevre İşbirliği Teşkilatı (Organisation for Emergency Environmental Cooperation - OECC) kurulması öneriliyor.

Yine İE bünyesinde oluşturulan Küresel Borç Adaleti Çalışma Grubu, hazırladığı raporda yoksul ülkelerin hanehalkı, şirket ve devlet borçlarındaki adaletsizliği gidermeyi amaçladığını belirtiyor. Bunu yapmanın yolu ise, IMF ve Dünya Bankası tarafından uygulanacak reformlar. Bu reformların içinde özelleştirmelerin derhal durdurulması çağrısı da var; ama şimdiye kadar yapılan özelleştirmelerin ne olacağı sorusunun yanıtı yok.

Gelelim Chomsky’nin de konuşmasında değindiği, katılımcı bir demokrasinin nasıl sağlanacağı meselesine. Varufakis konuşmasında bunun yolunu şöyle tarif ediyor:

“Bir çalışan-bir hisse-bir oy ilkesini düşünelim. Şirketler hukukunu, her çalışanın eşit bir ortak olacağı, alınıp satılamayan (ve maddi karşılıkları farklı) bir hisse ve bir oya sahip olacağı şekilde değiştirmek, 19’uncu asırda genel oy hakkı ne kadar radikaldiyse, bugün o kadar radikaldir. Erken dönem anarko-sendikalistlerin öne sürdüğü bir fikir olan; çalışan-ortaklara şirketin genel kurullarında oy kullanma hakkı tanınması ile ücretler ve kârlar arasındaki ayrım ortadan kaldırılır ve sonunda demokrasi yeni dijital işbirliği araçlarıyla iş yerine girer – aksi takdirde demokratik olarak yönetilen kurumsal-sendikalist bir firmanın beklentilerini engelleyecek tüm verimsizlikleri ortadan kaldırmak için hazır bekleyecek şekilde. Firmaların demokratikleşmesinin yanı sıra, hisse senedi piyasalarının yok olmasına neden olacak, birleşme ve devralmaları finanse etmek için devasa borç ihtiyacını ortadan kaldıracaktır.”

Kapitalizm aynen kaldıktan, yani üretimin amacı toplumsal ihtiyaçları karşılamak değil de sermaye sınıfının kârlılığını artırmak olduktan sonra, işçilerin genel kurullarda oy hakkının olması neyi değiştirecek? Olumlu anlamda hiçbir şeyi, ama olumsuz anlamda epeyce bir şeyi. En başta, sermaye sınıfının ve işçilerin birbirine zıt, uzlaşmayan çıkarları, gerçekliğin aksine bir yanılsamaya dönüşecek. İşçiler, kendilerine verilen hisseyle sınıfsal çıkarlarını unutacak ve kendilerini şirketin bir parçası, patronun kârı artırma eğiliminin ortağı gibi hissedecekler. Ellerindeki bir hisseyle kârlılığı artırmak için daha çok çalışan işçiler, daha çok sömürüldüklerinin farkında bile olmayacaklar. Böylece örneğin üretimi artırmak için daha çok fazla mesai kararının altında doğrudan işçilerin imzası olacak. Bu, işçilerdeki yabancılaşmanın içselleştirmeye dönüşmesine de neden olacak. Artı-değer mekanizması aynen dururken bu içselleştirme, işçi sınıfının başına örülebilecek en büyük çoraplardan biri. Çünkü işçi kendi sömürüsüne ortak edilmiş ya da sömürü işçiler nezdinde meşrulaşmış olacak. Bu sermaye sınıfı için, ideolojik, sınıfsal, pratik, kârlılık, kısaca her anlamda büyük kazanım. Varufakis bu noktada haklı, bu tam da işçi sınıfının içini boşaltmak için bulunmuş bir icat, sahiden yüzyılın icadı! İşte 21. yy’da liberal sol böyle icatlar peşinde.

Öte yandan insanın aklına şu soru geliyor: Her şey bir yana, tüm bunlar nasıl olacak? İE, her ne kadar diğer oluşumlardan farkını bir programa ve ortak eylem planına sahip olması olarak ifade etse de, bu eylem planında çeşitli kampanyalara imza vermek dışında bir şey yok. Bunlardan en güncel olanı, tüketimi artırmak için icat edilmiş bir gün olan Kara Cuma’da çalışanlarına kötü davranan Amazon’u, sitesini hiç ziyaret etmeyerek bir günlüğüne cezalandırmaktı. Amazon’un bir günlük kârı düştü, hadi bu zararın Amazon için sadece ufak bir sıyrık niteliğinde oluşunu bir kenara koyalım, bunun işçilere nasıl bir faydası olacak? Amazon’un bir günlük kâr düşüşünün acısını çıkarmak için işçileri daha çok çalıştırmayacağının tek teminatı Amazon işçilerinin örgütlü direnişi. Gelgelelim oldukça “demode” olan bu tarz mücadele yöntemleri İE’nin pek umurunda değil. Ve dahası bir günlük protesto eyleminin Kara Cuma’dan sonraki günlere hiçbir bakiyesi yok. Amazon yine kâr etmeye, işçiler yine insanlık dışı koşullarda çalıştırılmaya devam edecek. Tıpkı hisse-oy önerisinde olduğu gibi, burada da esas sorunu, sömürüyü ortadan kaldırmaya dönük bir niyet yok.  

Peki, hadi üretime odaklanmak, işçi sınıfını örgütleyip direnmek pek demode, dijital çağa hiç uygun değil, mücadeleyi üretimde değil de tüketim alanında vermeye yönelik cinfikirlilik çok mu yeni? Hiç de değil. İlk büyük ihanetlerinden beri sınıf uzlaşmacı çizgi, aslında dönüp dolaşıp aynı fikirleri yeni ambalajlarla kakalıyor. Tüketimi bir tür mücadele alanı haline getiren bu pratiği, Bernstein’ın 20.yy’ın başında can-ı gönülden savunduğu tüketim kooperatifleri pratiğinden hatırlıyoruz:11

"Fakat endüstri işçileri için kooperatif bir yandan ticaretteki sömürüye karşı koyabilme olanağı sağlarken, öbür yandan da özgürlük mücadelesini pek çok açıdan kolaylaştıran olanaklar sunuyor. Tüketim kooperatiflerinin işçiler için lokavt gibi sıkışık zamanlarda nasıl bir dayanak oluşturduğu artık genelde biliniyor. Lokavta uğrayan madencilerin, dokumacıların ve makine işçilerinin büyük İngiliz tüketim kooperatifleri tarafından nasıl desteklendiğini gösteren klasik örneğe, üretim kooperatiflerinin de işçilerin hayat standardı için verdiği mücadeleye son derece yararlı olduğunu ekleyelim.”

Bernstein’dan bu yana reformistlerin terk edemediği şey, kapitalizm. Terk edecek gibi de görünmüyorlar. Önerileri hep aynı, sömürüyü tümüyle ortadan kaldırmak yerine, işçi sınıfını kötünün iyisine razı etmek. Üretim araçlarına sahip olmak yerine, ihtiyaçlarımızı hep birlikte satın alalım ki aracılar aradan çıksın, ucuza gelsin, nihayetinde biraz daha iyi yaşamlar sürelim, yetsin.

Ama yetmez. Her ne kadar İE takipçilerini kapitalizmden daha ötesini hayal etmeye davet etse de bu programdan üzerine sosyal devlet sosu dökülmüş kapitalizmden başka bir şey çıkmaz. Kapitalizmin ötesine geçmek adına zerre gerçekçiliği olmayan bu programın uygulanması, önce Avrupa Birliği’nde sonra da tüm dünyada ilericilerin iktidara gelmesine bağlanmış. Bunun da tek yolu seçimler. Peki bir kez daha Syriza deneyiminin aynı şekilde tekrarlanmayacağının garantisi ne? Bunun tek garantisi, yukarıda da söylediğimiz gibi işçi sınıfının örgütlülüğü. Ama her bir başlığa yer olan İE’nin heybesinde, bu başlığa yer yok.12 Bunca absürtlükte yine de sormak lazım: Sermaye sınıfı bu tavizleri vermeyi, örneğin daha çok vergi ödemeyi, özelleştirmeleri durdurmayı, kârlarının bir kısmını çevreci politikalara aktarmayı neden kabul etsin? Bu sorunun bir cevabı yok, herhalde o noktada da uzlaşmanın, diyalogun, karşılıklı hoşgörünün gücüne inanılıyor. Tam bu noktada da İE’nin Rönesans düşünürlerinden “ilham” alması gerekecek, çünkü böylesi bir programın bir tür Hobbescu Toplum Sözleşmesi ön kabulü olmadan hayata geçmesi imkânsız. Toplum Sözleşmesi, ilk olarak Thomas Hobbes tarafından ortaya atılan ama John Locke ve Rousseau tarafından da farklı versiyonlarıyla kullanılan bir soyutlama. Buna göre, insanlar toplum ortaya çıkmadan önce kaotik bir doğal durum halinde yaşıyorlar. Hobbes bu doğal durumu, bireysel çıkara dayalı, anarşik, apolitik bir durum olarak tarif ediyor. Ve insanlar bu anarşiye son vermek için bir araya gelerek, kimi bağlayıcı kurallarla bir toplum sözleşmesi yapıyorlar ve devlet ortaya çıkıyor. Devlet anarşiyi sona erdirip düzeni sağlarken, karşılığında insanlar da özgürlüklerinden vazgeçmiş ama huzura kavuşmuş oluyorlar. Bu, devletin toplumsal bir uzlaşıyla ortaya çıktığına dair bir soyutlama. Oysa tarihsel materyalizm, toplumu içinde uzlaşının aksine çatışmayı barındıran bir yapı olarak ele alıyor. 21. yüzyıl liberalleri ise, toplumun temelinde yatan uzlaşmaz çelişkiyi göz ardı ederek, reformist programlarını toplumsal bir uzlaşıyla uygulayabileceklerini düşünüyor olmalılar. Yaklaşık dört asır önce Hobbes’un ortaya attığı “Toplum Sözleşmesi” ne kadar soyutsa, bugün de İE’nin çözüm yolu o kadar soyut. Zira bunun nasıl gerçekleştirileceğine dair akla gelen başka hiçbir şey yok. Sınıf uzlaşmacılığının yeni ütopyası: Kapitalizmin insanlığı soktuğu bu “doğal durum”dan, ilericilerin kurucu iktidarında geçilecek “Yeni Yeşil Düzen”e...

Kaleyi içten fethetmek mümkün mü?

Bahsettiğimiz tüm bu oluşumların manifestolarından eylemlerine sayısız ortak noktaları var. En belirgin olanı, kapitalizmle olan uzlaşmacılıkları. Ne sermaye düzeniyle ne de patronlarla bir dertleri var; sadece bazı aşırılıkları törpüleme derdindeler. Bu, sistemin içinde olduğu krizi birtakım yanlış politikalarda görmelerinden kaynaklanıyor. Neoliberal politikalar ve aşırı sağcı partilerin dünyayı bu noktaya getirdiğini düşünüyorlar. Çözümse sosyal devlete geri dönüş, vergi adaletiyle sağlanacak bir yeniden bölüşüm ve otoriterlerden arındırılmış, güçlendirilmiş bir demokrasi. Kısaca, Avrupa Birliği’yle, IMF’siyle, Dünya Bankası’yla biraz daha çekidüzen verilmiş bir kapitalizm.

Buraya giden yöntemse, kurdukları geniş ittifaklarla Avrupa Birliği sınırları içinde seçim zaferleri elde etmek ve büyük benzerlikler taşıyan reformist programlarını uygulamak. Bir nevi kaleyi içten fethetmek. Ama sandık galibiyeti varsayılsa bile kale, sömürü mekanizmasıyla, sermaye sınıfı, aktörleri, kurumlarıyla olduğu gibi yerinde duracak. Ve bu durum, liberal solu hiç rahatsız etmiyor. Aksine, kalenin surlarını biraz tahkim ederek sorunları çözebileceklerini düşünüyorlar. Bu düşüncenin altındaysa, içten içe “Avrupa demokrasisi”ne duyulan güven yatıyor. Oysa dem vurulan “demokrasi”, Avrupa Birliği’nin işleyişinde bile yok.

Aslına bakarsanız tüm bu reform taleplerinde yeni bir şey de yok. Her ne kadar olabildiğince parlak şekilde ambalajlansa da bütün bunlar, sosyal demokrasinin iktidarda olduğu yıllara özlem duyan bir romantizmden öte gitmiyor. Diğer taraftan, bu geçmişe dönüş, liberal sol için bir nostalji olarak da kalmaya mahkûm. Çünkü dünyada 50’li-60’lı yıllardaki sosyal devlet uygulamalarının mimarı sosyal demokratlar değil, Sovyetler Birliği’ydi. Sosyalizmden esen eşitlik rüzgarları, kapitalist dünyayı temel haklar ve kamusal hizmetler konusunda birtakım tavizler vermeye zorladı ve o özlenen “refah devleti” yılları bu sayede var olabildi. Şimdi ise, güçlü bir sosyalist odağın yokluğunda burjuvazinin sınıfsal eğilimlerini bir kenara bırakıp yeniden taviz vermesi için hiçbir sebep yok.   

Son olarak tüm bu oluşumlarda en çok göze çarpan şey: sınıf uzlaşmacılığı ve geniş koalisyon. Her ne kadar kapitalizmi kötüleseler ve sosyalizme sempatiyle yaklaşıyormuş gibi bir izlenim verseler de içlerinde yer almak için hiç de sosyalist olmak gerekmiyor. Kapıları neredeyse aşırı sağcı olmayan herkese açık. Partiler, dernekler, düşünce kuruluşları, insanlar… Herkes bu oluşumların içinde yer alabiliyor. Yeter ki, Trump veya Erdoğan destekçisi olmayın, ya da Amazon’un daha çok kâr etmesini savunmayın.

Tüm bu ortak özellikler, Erdoğan karşıtlığında cisimleşmiş Millet İttifakı muhalefetine oldukça benziyor. Bir kere, kimseyle kavga etmeyen, herkese kucak açan, tümüyle uzlaşma üzerine kurulmuş olan mücadele yöntemleri birbirine oldukça benziyor. Yine belli ki, Kılıçdaroğlu’nun yalnızca AKP yandaşı beşli çeteyi kapsayan kamulaştırma talebi, ilhamını dünyadaki sosyal demokrasinin programından alıyor. Sermayeyi toptan karşısına almadan sadece sınıfın yaramaz çocuklarını cezalandırmak, aslında insanların tepkilerini soğurmak için olabilecek en iyi yöntem. Yine hem ittifakın sözcülerinin hem de eskinin AKP’lisi şimdinin muhalifi Babacan’ın konuşmalarında dillendirdiği, güçlendirilmiş parlamenter sistem, hukukla terbiye edilmiş bir iktidar, yargı reformları, adil bir vergilendirme sistemi yazıda bahsi geçen tüm oluşumların neredeyse ortak talepleri. Ve bu talepler her ne kadar emekçilerden yana gibi görünseler de asıl amaç adlı adınca kapitalizmin restorasyonu. Ancak bu taleplerin sahiplerinin görmezden geldiği bir gerçek var ki, o da tüm bu kuralsızlığın, hukuksuzluğun, hızlı işletilen süreçlerin, özelleştirilen kamusal hizmetlerin sermayenin talepleri doğrultusunda gerçekleştiği, bugün gelinen yere sermayenin istekleriyle gelindiği. Dolayısıyla ne neoliberal politikalar, ne de otoriter liderler gökten zembille inmedi; her ikisi de bu düzenin içinden çıktı. Ve bu düzen sürdükçe de ne aşırı sağcılık bitecek ne de kapitalizmin krizleri. Liberal solsa tüm bunları yanlış politikalara bağlamaya ve geçmişe özlem duymaya devam edecek. Bir yönüyle bu geçmişe de mahkumlar, çünkü geleceğe dair kapitalizmden başka tahayyülleri yok. Bugün geleceğe dair tek söz edebilecek olanlarsa, kapitalizmden ötesini görebilen komünistlerden başkası değil.