Devrimci bir perspektifi güncelin içinde var etmek, bayağı ince düşünülmüş, çalışılmış operasyonu, daha doğrusu operasyonlar dizisini gerektiriyor.

2020 geride kalırken… Stratejik bir muhasebeye giriş

Korona günlerinde devrimcilik sınırlandıysa, bunu toplum sağlığına duyarlılıkla, gelişkin sorumluluk bilinciyle açıklamanın sanırım bir sınırı var. Eğer 2020 yılına damgasını vuran salgın boyunca işçi sınıfının hak arama mücadelelerinde, eşitlik ve özgürlük arayışı bağlamına yerleştirilebilecek direniş ya da inisiyatiflerin sayısında ve etkisinde bir azalma olduysa bunun tek açıklaması, “ezilenler” cephesindeki “yüksek ahlak” olamaz. Amerika Birleşik Devletleri’nde Başkanlık seçiminin özgünlüğünün de etkisiyle derinlik kazanan ve başat emperyalist ülkenin ideolojik-siyasal dengelerinde kayda değer oynamalara yol açan eylemleri, emekçi sınıfların asgari bir örgütlülük düzeyini koruduğu Hindistan, Yunanistan gibi birkaç ülkedeki kanıksanan canlılığı ve Fransa’da uzun süreye yayılan sokak hareketlilikleri bir yana, korona tehdidi boyunca zaten yüksek bir debiye sahip olmayan toplumsal mücadelelerde gözle görülür bir gerileme yaşandı.

“Maskeleri taktık, mesafeli durduk”la açıklamanın ötesine geçmek gerekiyor. Açık olan şu ki, uluslararası işçi hareketi kapitalizmin çöküşüne yanıt üretemiyor. Saldırılarına demiyorum, çünkü arada büyük bir fark var. Örgütsüz, pusulasız, iddiasız, boynu bükük bir işçi sınıfı karşısında kapitalizm her zaman bu kadar saldırgan olmayabilir. Oysa sermaye yaşadığı tarihsel çıkışsızlık karşısında sürekli alarm halinde ve yalnızca dar anlamıyla emekçi halka değil, doğaya ve insanlığın bütün birikimine, dahası ilginç bir biçimde kendi temellerine de saldırıyor.

Sık sık bu tabloyu haklı olarak bir dağılma hali olarak niteliyoruz. Ancak yine de konu dünya devrim sürecinin kendisine geldiğinde, yani işçi hareketinin neden bu kadar zayıfladığı sorusuna yanıt aradığımızda hemen belli başlı emperyalist ülkelere, uluslararası tekellere ve genel olarak sermaye sınıfına bir akıl atfediyor ve araç-amaç sistematiği yerli yerine oturmuş olgun bir stratejiyle hareket eden bir düşmanla karşı karşıya olduğumuz sonucuna ulaşıyoruz.

Bu kesinlikle doğru değil.

Son salgın, bunun hiçbir biçimde doğru olmadığını bir kez daha göstermiştir. Kendisini izole edebilecek coğrafi yapıya ve kaynaklara sahip birkaç küçük ülke dışında kapitalizm her yerde mutlak olarak çaresiz kalmış ya da daha doğru bir ifadeyle bütün devletler yurttaşlarını çaresizliğe terk etmiştir. Sosyal demokrasi, liberalizm, muhafazakarlık, milliyetçilik salgında eşitlenmiştir; birinin diğerine üstün, ikna edici bir yönü ortaya çıkmamıştır. Bizim de sürekli vurguladığımız gibi, salgını fırsata çevirme girişimleri, bir komplonun ya da iyi düşünülmüş bir açılımın ürünü değil, meydanın boş olmasının burjuvazide yarattığı güven duygusunun ürünüdür. Yoksa, neredeyse bir yılı geride bırakan salgın koşullarında ne yaptığını bilen tek bir hükümet bile yoktur. Planlı ekonominin geçmişten gelen alışkanlıklarını kullanan bazı ülkelerin salgın yönetimindeki göreli başarısını kapitalizmin hanesine yazmak herhalde uygunsuz düşer.

“Devlet” kavramının en kalıcı unsurlarından biri ve neredeyse bütün anayasalarda bir biçimde hissedilen “vatandaşlarını koruma iddiası” aynı zamanda egemen sınıfların en önemli meşruiyet kaynaklarındandır. En açık diktatörlüklerde bile iktidarlar “himaye” etme iddiasındadır. Bu nedenle dış düşmana karşı başarısız olan hükümetler genellikle düşer, hatta birçok örnekte askeri yenilgiler bir devrimci krize evrilirler. Salgının kaynağında dış düşman filan yoktur, hatta bir düşmandan söz etmek saçmadır ama mevcut sistem bir “dış düşman” ile karşı karşıya olunduğu izlenimi yaratmak durumunda kalmıştır. Toplumsal algıdaysa bu tamamen geçerlidir; milyarlarca kişi olağanüstü bir olayla, hatta mistik yanlar taşıyan ve bu açıdan dışsal bir olumsuzlukla karşı karşıya kalındığını kabullenmiştir. 

Ancak… Düşman dışsal olsa da hükümetler bu dış düşmandan yurttaşlarını koruyamamıştır! 1905’te Rusya’nın, 1918’de Almanya’nın, 1945’te Japonya’nın, 1974’te Yunanistan’ın, 1990’larda Azerbaycan’ın, şimdilerde Ermenistan’ın yaşadığı travmayı bütün toplumlar salgın sırasında yaşamıştır.

Başka sonuçlar bir yana, dış düşman karşısındaki başarısızlık imparatorluklar yıkmış, cuntaları alaşağı etmiş, devrimleri tetiklemiştir. Korona salgını karşısında burjuva iktidarların çaresizliğinin benzer sonuçlar doğurmamasını kapitalizmin her şeye rağmen sağlamlığına mı bağlayacağız? Salgını fırsata çevirerek emekçilere dönük saldırıları artırması sermaye sınıfının işe yarar, sonuç alan bir stratejiyle hareket ettiğini mi kanıtlamaktadır?

Kolay olan, bu sorulara “evet” diye yanıt vermek. Kolay, çünkü  sınıf mücadelesinde işçi sınıfı aleyhine on yıllardır belirginleşmekte olan asimetriyi sermaye düzeninin gücüne bağladığınız andan itibaren “dönemin ruhu”na teslim oluyor ve zaten yapılabileceklerin sınırı olduğunu kabulleniyorsunuz. Dahası bu sınırlara daha uygun stratejiler geliştirme ihtiyacı ortaya çıkıyor. Somut koşulların somut tahlili, somut koşullara teslimiyete dönüşüyor.

Öte yandan nesnelliğin kavranması bizim başlangıç noktamız değil mi? Evet, Marksizm nesnelliği, onu dönüştürme iradesine bağlayan kanallarda tarif eder. Teori ve pratik arasındaki kopukluğu gidermenin yolu teoriyi bu kanalları kapsayan bir boyutta kurmak, pratiği ise somut ile soyut arasındaki bütünlüğü gözeterek geliştirmekten geçiyor.

Peki ya, verili nesnelliğe baktığımızda bizzat dönüştürme iradesinin zayıfladığını görüyorsak! Yani, devrim fikrini baskılayan bugünkü nesnelliğin karakteristik özelliği birçok kişinin sandığı gibi Ekim Devrimi’nden yüz yılı aşkın bir süre sonra kapitalizmin kendine koruma becerisinin artması değil de 1848 Devrimlerinden sonra kesintisiz bir biçimde nesnelliğin ayrılmaz bir parçası haline gelen “başka bir düzen” arayış ve baskısının geri çekilmesiyse? Bir başka deyişle, ya genellikle bir özne olarak algılayıp değerlendirdiğimiz devrimci işçi sınıfı hareketi nesnelliğin içindeki yerini (dönüştürücü irade) yitirdiği için siyasi ve ideolojik açıdan zayıf düştüyse?

Devrimci bir dönem “irade” ile yaratılamaz. Bu nedenle tarihin ileriye doğru akışı lehine zorlamalarda bulunmayı önermek değil niyetim. Devrimin bütün bir tarih boyunca kendini en fazla hissettirdiği 1917-1924 yılları arasında kapitalizmin yaşamış olduğu derin ve egemenler açısından umutsuz sarsıntı ile bugün kapitalizmin yaşadığı çıkışsızlık arasında bir benzerlik kurmaya da kalkmıyorum. Eğer ille bir benzerlik kuracaksak, bugün 1914’e yaklaştığımızı söylemek daha gerçekçi olur.

Öte yandan kimse beni kapitalizmin temellerinin yüz yıl öncesine göre daha sağlam olduğuna ikna edemez. Tersine, kapitalizm 20. yüzyılda çok derin krizlerden çıkışta gösterdiği yeteneği mumla arayacak bir fakirleşme içine girdi ve bunun geriye dönüşü olabileceğine ilişkin hiçbir ipucu yok. 

1917-1924 yükselişi, büyük bir yıkımın, Birinci Dünya Savaşı’nın ertesine geldi. Ekim Devrimi’nin gerçekleştiği, Almanya’nın devrimle sarsıldığı, Macaristan, Finlandiya, Slovakya gibi ülkelerde işçi iktidarlarının kısa süreliğine de olsa kurulduğu bu dönemin çok özel bir nesnelliğe denk düştüğü ortada. Ancak bu nesnelliğin işçi hareketinin siyasal, ideolojik ve örgütsel varlığından bağımsız değerlendirilebilme şansı var mı? Evet bu varlık, 1914 yazında Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasından 1917 başına kadar neredeyse “yok hükmünde”ydi ama 1917-1924 dönemini sadece kapitalizmi istikrarsızlaştıran, onu zayıflatan objektif gelişmelere bağlamak ne kadar mümkün?

Bir açıdan baktığımızda, kapitalizmin derin bunalımına radikal bir müdahalede bulunabilecek program ve yetiye sahip Rus Bolşeviklerinin başarısı devrimci nesnellikle devrimci özne arasındaki bir buluşmadır. Ve Almanya’da aynı dönem işçi sınıfı adına yaşanan başarısızlık devrimci öznenin eksikliği veya yeterince etkili olmamasıyla ilgilidir. Bu açı, çoğu durumda sağlıklı bir değerlendirme için yeterli olsa da bir soruya açıklık getirmemektedir:

İşçi hareketinin neredeyse bütün ülkelerde geriye çekildiği, bastırıldığı 1914 sonrasındaki birkaç yılın ardından gelişen devrimci dalga, yöneten sınıfın eskisi gibi yönetememesi, ezilen sınıfların eskisi gibi yaşamak istememesi sadece kapitalizmin yaşadığı krizin derinliği ile veya sermaye sınıfının yönetme becerisinin ortadan kalkması ile açıklanabilir mi?

Açıklanamaz.

Birinci Dünya Savaşı’nın son evresinde kendini hissettiren devrimci dalga, öncesini bir kenara koyuyorum, kapitalizmin derin bunalımı kadar 1848’den itibaren ileriye atıldığında da, geriye çekildiğinde de “eşitlikçi bir düzen” iddiası ile var olan bir işçi sınıfı hareketinin kapitalizmin nesnelliğinde yarattığı değişim ya da ona düşürdüğü gölgenin de ürünüydü. İkinci Enternasyonal’in 1914’ten oldukça önce başlayan sağa kayışı, reformist yönelimleri bu gerçeği asla değiştirmez. Geniş işçi kitlelerinin düzen değişikliğini doğal bir hak olarak görmesi ve bu hakkı bir kimlik olarak kullanması 1848-1924 arasındaki dönemin tipik özelliğidir ve o yıllara ilişkin her tür nesnellik analizinde bu olgu merkezi bir yer tutmak durumundadır.

Geriye gidiş aşağı yukarı 1924’te başladı. Uluslararası işçi hareketinin ideolojik iklimi, stratejik yönelimleri açısından her zaman belirleyici olan Almanya, Fransa, İtalya ve İngiltere’de kapitalizmin yerine eşitlikçi bir düzenin kurulması gerektiği düşüncesinin üzeri yavaş yavaş örtülmeye başlandı. Dünya devrim sürecinin yeni merkezi Sovyetler Birliği ise kendi kuruluş ve savunma önceliklerine odaklandığı oranda gelişmiş kapitalist ülkelerde işçi sınıfı ile düzen arasındaki bağların güçlenmesini engelleyecek şiddette müdahaleler yapamadı.

Hiç tereddüt etmeden söylemek zorundayım ki, saydığım dört ülkede işçi yığınlarının gündeminde alternatif bir toplumsal düzen olarak sosyalizm yoksa, bu dünyanın bütününde işçi sınıfı hareketinin geriye çekilişi demektir. Erosentrizm filan değil bu, kapitalist dünya ve onun mezar kazıcısı proletaryanın açık gerçekliği. Avrupa’yı kaybeden dünyayı kaybeder. 

Hemen bir ek: Düzen değişikliği iddiasından adım adım uzaklaşan işçi kitlelerinin iş ve aş kavgasında burjuvaziyi sıkıştırmasının sınırları olacağını hep söylüyoruz, bu da kanıtlanmıştır.

Peki, bu gerileme öznesi olmayan bir süreç midir? Eğer öyleyse, Lenin’in çok haklı olarak “çürüyen kapitalizm” olarak adlandırdığı toplumsal sistem, en yüksek ve çürütücü aşamasında istikrara kavuşarak kendisini devrim tehdidinden koruyabiliyor!

Elbette yok böyle bir şey.

İşçi sınıfının gündeminden düzen değişikliğinin çıkmaya başlamasında kuşkusuz sermayenin sınıf hareketini yatıştırıcı tavizler vermesinin rolü var. Ancak faşizm, savaş ve kriz dönemlerini neyle açıklayacağız? Bunu geçtim, yaklaşık 40 yıldır durumu sürekli kötüleşirken neden sözünü ettiğimiz ülkelerde işçi kitlelerinde düzen değişikliği arayışı güçlenmedi?

O halde sermaye egemenliğinin birbirini tamamlayan iki hareketine odaklanmamız gerekecek. Faşizm ve sosyal demokrasi. Faşizmin andığım dört ülkeden sadece ikisinde iktidar olması konumuz açısından çok da önemli değil. Avrupa’da istisnasız bütün ülkelerde işçi sınıfı kapitalizmin ihtiyaç duyduğunda nasıl bir silahla saldırabileceğini gördü ve hafızasına kaydetti. 

Sosyal demokrasi ise faşizme karşı işçi sınıfının sığınabileceği bir liman olma iddiasını temsil ediyor, 1917-24 dönemindeki görkemli ama yorucu mücadelelerden iktidar çıkaramayan emekçi kitleler için daha zahmetsiz bir “çözüm” öneriyor ve bir yandan da söz konusu dönemde söylem düzeyinde hâlâ koruduğu düzen değişikliği iddiasını yavaş yavaş unutturmaya başlıyordu. Dünyada istisnasız bütün sosyal demokrat partilerin tarihi soldan sağa kesintisiz ve sürekli kayışın tarihidir. Türkiye’de sosyal demokrasinin bir açıdan başlangıç noktası olarak kabul edebileceğimiz Ecevit’in ortanın solu çıkışına yataklık eden 70’ler CHP’si ile Kılıçdaroğlu CHP’si arasındaki söylemsel fark, Türkiye işçi sınıfının “başka bir alem isteme” arzusundaki azalmaya denk düşmektedir.

Ve kabul etmemiz gerekiyor ki, bu süreç kimi komünist partilerin bilinçli ya da fiili desteği olmaksızın bugünkü başarıya ulaşamazdı. 

Özneli süreç derken, kastedilen tam da budur.

Düzen değişikliği bir gündem olarak kapitalizmin nesnelliğinden eksilmiştir. Bu nedenle 1968’de Fransa’da öğrenci ve işçi eylemleri, 1972’de İngiltere’de madenci grevi, 1974’te Portekiz’de Karanfil Devrimi gibi birbirinden son derece farklı toplumsal olayların neden burjuva diktatörlüklerinin temellerini sallamadığı sorusuna yanıt verirken yalnızca bu örneklerde yaşanan krizlerin derinliğini ölçmek büyük hata olacaktır.

Korona salgını, a’dan z’ye pisliğe batan emperyalist/kapitalist sistemin varlığını sürdürmeye devam etmesini tek başına tarihsel bir bunalım evresinden uzak oluşumuzla açıklamanın herhangi bir yararı olmadığını göstermiyor mu? Odaklanmamız gereken kendimiz mi, nesnel koşullar mı? Daha önce başka yazılarda belirttiğim gibi, bir konjonktür analizinde devrimcilerin önceliği işçi sınıfının haklı davası için istismar edebileceği zayıf noktaların ne olduğunu bulmaktır. İşe sermaye sınıfının gücü ve devrimci hareketin zayıflıklarından başlamanın her zaman gerçekçi olmayabileceği unutulmamalıdır. Somut durumun somut tahlilinin devrimci iradeyi içine alması bu nedenle zorunludur.

Çözüm nerede?

Elbette devrimci ve tutarlı bir program, her daim sosyalizmin güncelliğine işaret etmeli, devrim fikrini her koşulda canlı tutmalı. Ancak bunun yetmeyeceği ortada. Dahası, kapitalizmin çaresizliğinin devrimci bir iradeye ve o iradenin zorlamalarına başarının anahtarını sunacağını sanmak gerçek bir bönlük olur. Mevcut sistemin yıkılması gerektiğini ve yıkılabilirliğini tekrar eden, yumrukları sıkılı ve sürekli bağırarak anlatan bir iletişim dili herhalde yeterli olmayacak.

Devrimci olmayan bir dönemde devrimci bir konumlanışı güncel siyasete tutunabilir kılmak, sosyalizmin güncelliğin üzerini örtmeden inandırıcı ve ikna edici olmak için doğru halkayı yakalamaktan başka yol bulunmuyor. Doğru halkayı tutmak demek, her şeyden önce bütün halkalara eşit ağırlık vermemek demek. Kuşkusuz sosyalizmin bugünün bütün güncel sorunlarına dair söyleyeceği bir söz var. Ancak komünist hareket nasıl örgütsel etkisini ülke coğrafyasına eşit yaymıyor ve belli önceliklerle hareket ediyorsa, siyasal gündeme ilişkin de belli bir seçicilikle hareket etmek durumunda. Belli gündemlerle ilgilenmeme değil önerdiğim, sadece bazı gündemlere özel bir önem verilmesinden, daha açığı bazı gündemlerin stratejik bir bağlam içerisine yerleştirilmesinden söz ediyorum.

Herhangi bir ülkede gündemi işgal eden konular içinde siyasal hatta toplumsal anlamda en çok ilgi çeken başlık, komünist hareketin özel olarak odaklanması gereken başlık olmayabilir. Kapitalizm sorun jeneratörü bir toplumsal sistemdir. Gündeme gelen sorunların tamamının kapitalizmin ürünü olması, dahası bunların çok büyük bölümünün kapitalizmde çözümünün olmaması, her gündemin devrimci bir stratejiye bağlanabileceğini göstermez. Sosyalizmin toplum yaşantısının hemen her alanında yaratacağı muazzam olanaklar, devrimci siyasete “o konuyu da şöyle çözeceğiz” basitliği ile yaklaşmamızı gerektirmiyor. 

Gündemdeki konular içinde emekçi sınıflar açısından daha yakıcı ve acil olana özel olarak ağırlık vermek kuşkusuz gerekiyor. Ancak bu, hangi halkanın daha kritik olduğunu belirlerken bir süreç tarifi ve özenli bir değerlendirme ihtiyacını ortadan kaldırmıyor.

Komünist hareket, kapitalist düzenin yığınak yaptığı ve bu anlamda soğurma kapasitesinin yüksek olduğunu kanıtladığı gündemlere özel anlamlar yüklemekten kaçınmalıdır örneğin.

İşçi sınıfının örgütlenmesinde hem yatay hem de dikey kazanımlar için cesaret verici olması, verili nesnelliğe müdahale noktalarının belirlenmesinde kuşkusuz en önemli kriterlerdendir.

Komünist hareket, işçi sınıfı, iktidarı almadan önce sınırlı örnekte hegemonik güç haline gelebilir. Ancak kritik halkayı belirlerken, burjuvazinin şu ya da bu kılıkta hegemonik güç olma vasfını korumasının kesin olduğu hiçbir başlık komünistler açısından stratejik bir anlam kazanamaz.

İşçi sınıfı hareketinin meşruiyetini artıran her mücadele başlığının özel bir değer taşıdığı da unutulmamalıdır. Devrimci bir perspektifi boğmadan, taşıyamayacağı yükler bindirmeden, ona özel bir hareket alanı sağlayan başlıklardan söz ediyorum. Bu dar anlamıyla bir güvenlik ya da korunma konusu değildir; toplumsal dengelerde olumlu değişikliklerin gerçekleşmesi, toplumsal algıda devrimci hareketin inandırıcılık, güvenilirlik, samimiyet ve kabul görme katsayısının değişmesiyle ilgilidir. 

Bütün bu söylenenler ışığında güncel bir muhasebe yapmak, bu yazının daha doğrusu herhangi bir yazının değil kolektif ve örgütsel bir değerlendirmenin konusudur. Ertelenemez bir görevden söz ediyoruz. Sürüklenmeksizin, kaynakları en etkili biçimde kullanmak için yurtseverlik ve aydınlanmacılık gibi iki çok temel ve vazgeçilmez ilkenin uzantısı başlıklar da dahil olmak üzere, mevcut düzenin fay hatlarındaki bütün hareketli noktalar üzerinde çalışılması gerekiyor.

Genel bir söylem, sağlam ve devrimci bir program ve sonra buum! Devrimci bir dönemin sıçratacağına dair doğru bizi bu türden bir mekanik algıya götürmemeli.

Yazı boyunca “düzen değişikliği” arayışının öznel bir sorun olmaktan çıkıp, kapitalizmin bugünkü nesnelliğinde işçi sınıfının işini fazlasıyla zorlaştıran bir eksilmeye denk düştüğünü anlatmaya çalıştım. Sosyalist seçeneğin toplumsal algıda yeniden yerleşik bir olgu haline gelmesi iradi müdahalelerin sonucu olmayacak. Lakin kapitalizmin kaotik bir döneme girmesinin ve ardı ardına gelen krizlerin sosyalizm efsanesini geri döndürmesi için yapılması gerekenler var. Bugünden yarına, düzenin yıkılıp yerine yenisinin kurulmasının söz konusu olmadığı koşullarda düzen değişikliği arayışına güncel siyasette yer açmak için iyi düşünülmüş, uygun araçlarla müdahalelerde bulunmak gerekiyor.

Komünist hareketin, bu arayışa değil, bir siyasal varlık olarak kendisine yer açmaya kalkmasının mutlak anlamda düzene teslim olmak anlamına geldiğini biliyoruz. Devrimci bir perspektifi terk etmekle terk eder gibi yapmak arasında hiçbir fark bulunmamaktadır. Siyaset toplumsal zeminde yapılır ve düzen içi siyasette kendisine yer açan bir öznenin daha sonra devrimci bir çizgiye yerleşmesi üzerine kurulu bütün stratejiler trajikomik başarısızlık örneklerine dönüşmüştür. Bunun temel nedeni, düzenin yarattığı konfor alanları değil, gizli ajandasında “devrimci” bir stratejiye sahip olan ama bunu bir süre sümen altı eden cin fikirli devrimcilerin kendilerine çektiği toplumsal enerjinin devrimci bir perspektife asla uygun olmamasıdır.

İşte bu nedenle devrimci bir perspektifi güncelin içinde var etmek, bayağı ince düşünülmüş, çalışılmış operasyonu, daha doğrusu operasyonlar dizisini gerektiriyor. Eğer “devrimci özne + devrimci durum = Devrim” formülünün cılkını çıkarmayacaksak.

Örnek olsun, şimdiye kadar hep 1916 yılının sonunda oldukça küçük bir örgüt olan ve 1917 Şubat Devrimi’nde başat siyasi aktörlerden biri olarak kabul görmeyen Bolşeviklerin aynı yılın Ekim ayında işçi sınıfını iktidara taşıyabilmesini, devrimci durumun büyük sıçramalara olanak sağlaması üzerinde durduk. Doğrudur. Ancak bir başka doğru, 1914’te Birinci Dünya Savaşı’nın patlamasıyla hızla geri çekilmeden hemen önce Rusya’da Bolşeviklerin o an için kimsenin önemsemediği kimi başlıklarda alan kapatmış olduğu gerçeğidir. St. Petersburg’da 18 sendikadan 14’ünün Bolşeviklerin elinde olması örneğin… Bu bir örgütlenme başarısına indirgenemez. Parti belgeleri, önde gelen Bolşeviklerin yazdıkları ve Duma kayıtları Bolşeviklerin bayağı ince bir stratejik tercihle hareket ettiğini gösteriyor.

“Kurulu düzende herhangi bir iyileşmeyi mümkün ve meşru gösterecek” her tür davranış ve talepten uzak durulmasını ısrarla söyleyen Lenin’in partisinden söz ediyoruz. Henüz Çarlığın devrilmesini önüne hedef olarak koyan ve devrimin demokratik aşamasına odaklanan Bolşeviklerin düzen siyasetiyle yakın temasa girdikleri anlarda devrim fikrinin üzerini örtecek küçük başarı hesaplarına tiksinerek baktıklarını hatırlatırım. Rus Meclisi Duma’ya büyük engelleri aşarak seçilmeyi beceren yasadışı RSDİP üyesi Bolşevik milletvekillerini Lenin’in “yapıcı olmayın” diye ısrarla uyardığını biliyor muydunuz? Bu nedenle örneğin Meclis Başkanlığı seçimlerinde aday göstermeyi “uygunsuz” bir davranış olarak değerlendiriyorlardı.

Çok mu güçlüydü, çok mu özgürdü Rus işçi sınıfı bu cüretle hareket ederken?

Şöyle söyleyeyim, Duma temsilcilerinden Badayev’in anılarında aktarımıyla, Çar’ın atlı polisleri tarafından hemen dağıtılan gösterilerin birinde mendil büyüklüğünde bir kızıl “bayrak” açılması olay oluyor ve polis o kişinin peşine düşüyor.

Güçler dengesi kesinlikle işçi sınıfı lehinde değil, fiziki olarak. Bugün birçok ülkedekinden farklı bir durum yok dönemin Rusyası’nda. Fark, emekçi yığınların zihni ve yüreğinde “başka bir düzen” fikrinin yaşaması, yayılmasında. Bilinçten filan söz etmiyor. En kaba, en ham, en sıradan haliyle devrim fikri…