Ortada yeni bir düzen kurmaya dönük hiçbir şey, hiçbir heyecan ve hiçbir program yok. Çünkü aksayan düzen yeniden işlemeye başlasın isteniyor.

Restorasyonun şaklabanları

Türkiye neden bir kez daha Hasan Cemalleri, Cengiz Çandarları tartışıyor?

Bunu gerçekten hak edecek ne yaptık bilemiyoruz ama bunun bir işaret olduğunu söyleyebiliriz.  Hasan Cemal ve Cengiz Çandar isimleri çok önemli olduğundan değil; çözülüş ve toparlanmanın mantığında bu gibi karakterlere yer olduğu için.

Çünkü bugünün Türkiyesi’nde sıradan bir restorasyonu, sıradan bir çözülüş ve toparlanmayı yaşamıyoruz.

İsimlerin kendisi pek mühim değil; AKP Türkiyesi’nde, bugünkü düzenin restorasyonunda rol üstlenmiş bu karakterlerin hâlâ bir kullanım değerinin olabilmesi önemli. Zira yaşadığımız şey, seçimle gelecek bir çözülme ve yeniden toparlanma değil. Yaşadığımız şey “restorasyonun restorasyonu” diyebileceğimiz bir tuhaflık.

Demek ki ilkinde can sıkan şeyin, ikincisinde ciddi bir hastalık belirtisi sayılması gerekiyor.

İlkinde yaptıkları “can sıkıcıydı” çünkü “mazlumların AKP’si” ceberut devleti çözecekti, bunu alkışlamak gerekirdi… Bugün o “yerli” örtüyü de attılar, adı dahi emperyalist solla aynı olan bir partinin sıralarını doldurdular.

İlkinde emperyalistlerin dilini konuşanlar, bugün dillerini değiştirmiş falan değiller ama iyice mide bulandırmaya başladılar.

Ne var ki çürüyen kendileri değil, düzenin ta kendisi…

Ne gibi bir çürümeden ne gibi restorasyondan söz ediyoruz?

Öncelikle, Türkiye, restorasyon adını verdiğiniz şeyi ilk defa yaşamadı. Türkiye, Osmanlı’nın son dönemini de sayacak olursak çözülüşü ve toparlanmayı birkaç kez yaşadı ve bunlardan bazı bakiyeler biriktirdi:
Çözülüş, devletin hatırı sayılır ağırlığa sahip olduğu bu büyük ülkede elbette içeriden gerçekleşecekti, çözülüşün merkezi her zaman içerideydi. Ama başlangıcı dışarıda…

İttihat ve Terakki’nin, yenisini kurmak üzere çözmeye başladığı Osmanlı düzeni, sayısız arızaya sahipti. “Türkiye’nin kurtuluşu” için öncelikle despottan kurtulmak gerekiyordu, Türkiye’ye yeni bir düzen gerekliydi. Çözülüş de kuruluş da kuşkusuz içeriden olmalıydı.

Oysaki Tanzimat’ın paşalarından Abdülhamid’e, İttihat ve Terakki’den bugüne uzanan bir yaklaşım biçimi varlığını korudu.

O zamanlar, tarihi çoktan dolmaya başlamış Osmanlı düzenini kurtarmak demek, Kırım’da Batılı büyük güçlerin koruyuculuğuna başvurmak demekti. Kırım’da kendini kurtardığını düşünen Osmanlı, büyük güçlerin gözünde zavallı olmaya başladığında Abdülhamid gibileri de İngiliz emperyalizminin ne demek olduğunu daha iyi idrak etmeye başlamıştı.

Paranoyak despotun paranoyak dış politikası işe yaramayacaktı fakat Osmanlı düzeni yokuş aşağı ilerlerken İttihat ve Terakki’nin de yüzünü Avrupalı büyük güçlere dönmekten başka yapabileceği bir şey kalmayacaktı…

Çünkü ortada gerçek anlamıyla bir program yoktu. Adı cesaretle, onurla, davaya bağlılık ve adanmışlıkla, rüşvet yememekle anılan bir örgütün bile bundan kaçışı olamazdı. Osmanlı düzeninin yerini neyin alacağı, nasıl bir düzen kurulacağı tam olarak netleşemediği ölçüde içeride zaaf üreyecekti, içerideki zaaf ise dışarıdan kapatılmaya çalışılacaktı.

Yine de o zamanlar için “yeni düzenin restorasyonu”ndan bahsetmek mümkündü. Çünkü gerçekten de eskinin yıkıldığı, yeninin kurulduğu bir dönemde toparlanmanın yönü yeni düzene bakacaktı.

Şimdi ve uzun zamandır konuşmak zorunda kaldığımız ise ancak “restorasyonun restorasyonu” olabiliyor. Çünkü ortada yeni bir düzen kurmaya dönük hiçbir şey, hiçbir heyecan ve hiçbir program yok. Çünkü aksayan düzen yeniden işlemeye başlasın isteniyor.

Ve yine, restorasyonun restorasyonu gözünü dışarıya dikiyor. Çünkü bir kural olarak çözülüş dışarıdan başlıyor. Çünkü içeride yarattığı ve koruduğu düzene güvenmeyenin gözü mutlaka dışarıda olmak zorunda.

Türkiye AKP döneminde, 90’larda, 80’lerde, 1971 ve 1960’ta, 1945’te hep aynı zaafla karşı karşıya geldi ve gözlerini dışarıya dikti. Çünkü işlemeyen bir düzenin işlemeyen devletinin kadroları kendi korkaklıklarını “dış güçler”e yaslanarak kapatmak istediler. Türkiye’nin düzeninin zaafları emperyalistleri bir mıknatıs gibi kendine doğru çekiyordu.

Örnek olsun, Sovyetler Birliği’nin bile bu kuraldan kaçışı yoktu. Sovyet düzeninin, yani “yeni düzen”in aksaklıklarını çözmek mümkündü ama inanç bir kere ortadan kaybolmaya başladığında koskoca Sovyet devleti bile emperyalistlerin etkisine açık hale gelmişti. İnancın tam olarak ne zaman ortadan kaybolduğunu kestirmekse pek mümkün değildi. Çünkü çözülüş içeride gerçekleşmiş ama kesinlikle dışarıdan başlamıştı.

Türkiye’nin düzeni o noktaya bile gelemedi. Gelememek bir yana yokuş aşağı ilerlemeyi sürdürdü.

Restorasyon ya da toparlanma tarihte hep ileri atılımların “makul sınırlar”a çekilmesiyle bilinir. Böyleyken ve bu toprakların ileri atılımı Cumhuriyet iken, bizim bugün “Cumhuriyet’in restorasyonu” gibi bir şeyi tartışmamız gerekmez miydi?

Halbuki karşıdevrim öyle yol kat etti ki ortada restore edilecek bir cumhuriyet dahi kalmadı. Geriye kala kala ancak karşıdevrimin restorasyonu veya restorasyonun restorasyonu denebilecek bir tuhaflık kaldı.

Görünen o ki bu tuhaflık sola da bulaştırılıyor.

Sol, geçmişte de bu günaha bulaşmıştı. Düzen muhalefetini ilericilik adına sola çekmekle uğraşmış ve yanlış yapmıştı. O yanlış halkın enerjisini, direnme azmini bitirmekle kalmamış, Cumhuriyet ile birlikte solun kendisini de bitirmişti.

Şimdi sol buna bile yeltenmiyorsa, vekil pazarlıkları, matematik hesaplar diye diye bu çürümenin bir yerine kendini monte ediyorsa, çürüme dayanılmaz hale gelmiş ve her yere sirayet etmiş demektir.