Kapitalizmin geleneksel krizlerinden birini, ama bu kez biraz hızlandırılmış biçimde yaşıyoruz. Krizin bedelini çalışanlara ödetilebildikleri için patronlar hoşnut. Üstelik salgın, önlerinde yeni fırsat kapıları açtı. Hesapsız, ölçüsüz kaynak aktarılmasına meşruiyet sağlıyor, çalışanlar üzerindeki baskılara haklılık kazandırıyor.

Her şey o kadar kötü mü?

Kapitalizmin geleneksel krizlerinden birini, ama bu kez biraz hızlandırılmış biçimde yaşıyoruz. Krizin bedelini çalışanlara ödetilebildikleri için patronlar hoşnut. Üstelik salgın, önlerinde yeni fırsat kapıları açtı. Hesapsız, ölçüsüz kaynak aktarılmasına meşruiyet sağlıyor, çalışanlar üzerindeki baskılara haklılık kazandırıyor.

Kamu bankalarına ucuz krediler verdirildi; vergileri, primleri ötelendi; düşük faizli krediler sağlanıp mallarına müşteriler bulundu. Yetmedi, daha da ötesi isteniyor. Mayıs ayında patron sendikası TİSK, iki işçi sendikasını koluna takıp; “aman Devlet,  patronlarımıza elinden geldiğince destek versin, onlar batarsa bizler de biteriz…” anlamına gelen açıklama bile yaptırmıştı.

Bu konuda örnek çok: muhalefet partileri, 28 Temmuz’da, “işsiz kalmasınlar” gerekçesine sığınıp, milyonlarca işçinin bir yıl daha açlık sınırının altındaki gelirlerle yaşamak zorunda bırakılmasına yol açan yasaya olumlu oy verdi. Ya açlığa alışacaklar ya da yeni iş bulup kıdem tazminatlarından vaz geçecekler.

Evden çalışma, sermayenin eski bir düşüydü; gerçekleşiyor. Böylelikle mülk edinme, kira, ısıtma, aydınlatma, yemek gibi giderlerin çoğundan kurtulacaklar. Üstelik çalışanların yüz yüze ilişkileri kalmayacak. Bırakalım örgütlenmeyi, birbirlerini tanımayacaklar bile.

Daha kötüsü şu: esnek çalışma dedikleri bu yöntemi, torba yasalara koydukları düzenlemelerle yaygınlaştırmaya çalışıyorlardı. Artık fırsat önlerinde; Koç Holding’in patronu bile birçok alanda evden çalışmayı kalıcılaştırmayı hedeflediklerini söyledi. 30 bin işçiden söz ediyordu: konuyu araştırıyorlarmış…

Yeni çalışma düzeninde geleneksel iş ilişkileri anlamını yitirecek. Yıllık, haftalık izinler; kıdem tazminatı, emeklilik hakları ve daha niceleri, patronların çıkarları doğrultusunda yeniden tanımlanacak.

Direnebilmek ve geri adımlar attırabilmek için yeni tip örgütlenmelere gerek olduğu kuşkusuz. TKP’nin 9 Ağustos 2020 günü gerçekleştirilen 13.Konferansı sonuç raporunda şöyle bir fırsatın varlığına dikkat çekiliyor; “Patronların Ensesindeyiz (PE) Ağının iki yıllık deneyimi farklı sektörlerde değerli bir birikim ortaya çıkarmıştır. Bu birikim, ulaşılan işçi grupları içinde PE’yi bazı sektörler için temsil iddiasına sahip hale getirmiştir. Bu temsiliyet, birleşik bir işçi hareketi için ilk kuvveti sağlayabilir. PE ile birlikte, yasal sınırlara sıkışmamış ve işçilerin birliğini veri alan bir sendikal örgütlenme atılımı olanaklıdır.” 

Bu sese kulak verilmeli.

Patronların işi tıkırında, krizden olumlu etkilendiler. AKP döneminde gelişenleri değil, Koç, Sabancı gibi holdinglerimizin kârları da katlanarak artıyor.

Kriz yalnızca en büyüklere yaramadı. Herkes payını alıyor. Haziran ayında, irili -ufaklı 859 firmaya yatırım teşvik belgesi verildi. Toplam 15,6 milyar lira yatırım yapacaklar; 1 milyar doların üzerinde makine ithal edecekler ve gerçekleştirdikleri projelerle 23,4 bin kişiye yeni istihdam olanağı sağlayacaklar.

Ama paranın çoğu Devletten... Gümrük, KDV başta olmak üzere birçok vergiden bağışık tutulacaklar. Bilanço kârlarının %90’ının vergisini ödemeyecekler. Aldıkları kredinin faizlerini; kullandıkları enerjinin; çalıştırdıkları işçilerin parasının çoğunu, 10 yıla değin uzayan sürelerle devlet ödeyecek.

Kısacası işleri tıkırında; bu yüzden de laiklik, adalet, yargı bağımsızlığı, tek adam yönetimi gibi sözler edip Ülkeyi yöneten kadroları sıkıştırmıyorlar.

Milli Eğitim Bakanlığına bağlı din okullarına; Diyanet İşleri Başkanlığına; Diyanet Vakfına; dinci vakıf ve derneklere her yıl on milyarlarca lira boca ediliyor. Bırakalım laiklik amacını, içlerinden biri çıkıp “bu paraları boşa harcamayın, zaten ülke kaynakları kısıtlı, bize ver yatırıma dönüştürelim…” bile demiyor. Çünkü onlar da biliyor ki softalığa bu kadar para harcanmazsa sömürü düzeni sürdürülemez.

Adalet ilkesiyle işleri yok zaten. Yargı için de aynı sözler geçerli. Bağımsız algısı uyandırıldığında, baskılar; çevre kıyımları meşrulaştırılıyor. O kadar önemli de değil; kolluk güçleriyle işlerini hallediyorlar.

Tek adam yönetimi diye bir şey de yok aslında: rant dağıtımını önleyecek, geciktirecek bürokratik mekanizmalar kaldırıldı, hepsi o kadar.

Geriye, eleştirmek için sadece kadroların niteliği kalıyor. Ama sermaye, kadroların yeteneklerini, becerilerini, tecrübesizliklerini niye dert etsin. Hepimiz gibi onlar da biliyor ki; allame-i cihan kişilerden oluşturulsa bir şey değişmeyecek.

Kadroların yeteneği üzerine kurgulanan bir muhalefet, asıl sorunun sistemden kaynaklandığının gizlenmesinde işe yarıyor. İnsanlar, AKP’li kadrolar bir biçimde değiştirilirse her şey daha güzel olacak algısı uyandırılarak avutuluyor.

Yazıya başlarken çubuğu düzeltmek için geriye doğru bükmeyi düşünmüştüm. Dilerim ölçüyü kaçırmamışımdır.