Fatih Yaşlı Türkiye’de sadece iktidar ve onun inşa ettiği rejimin değil, düzenin de, yani kapitalizmin de gençlere herhangi bir gelecek sunmadığının özellikle gençler tarafından görülmesi gerektiğini yazdı.

'Dislike' ve ötesi

Gazeteci Saygı Öztürk’ün iktidar cenahında hayli sert tepkilerle karşılanan “Trabzon Böyle Yükseliş Görmedi” adlı yazısı neyi anlatıyordu?

Anlatılan, artık “vakayı adiye” diye nitelendirebileceğimiz hale gelen liyakatsiz yükseliş hikâyelerinden biriydi. Öztürk, Trabzon özelinde, iktidar çevreleriyle kurulan birtakım ilişkilerin herhangi bir uzmanlık, bilgi ya da yetenek gerektirmeksizin kişiyi nerelere getirebildiğini çarpıcı bir biçimde ortaya koyuyordu. 

Türkiye’de torpil, kayırma ve kısa yoldan zenginleşme elbette ki hep vardı ama partiyle devlet bütünleşmesi, egemenliğin Saray’a devri ve rantın tek bir merkezden yönetilir hale gelmesi, “yeni Türkiye”yi torpil, kayırma, liyakat ve rant dağıtımı açısından önceki dönemlerle kıyaslandığında benzersiz bir noktaya getirdi.

“Baba”nın en tepede yer aldığı, ekonominin kontrolünün damatlardan biri aracılığıyla aileye bağlandığı, diğer damadın İHA-SİHA üretimi üzerinden savunma sanayi, ordu ve rejim arasındaki bağlantıyı kurduğu, oğlan ve kıza ise dernekler ve vakıflar aracılığıyla eğitim sisteminin teslim edildiği, ihale, vergi ve rant sistemlerinin buna göre düzenlendiği bir “aile-devleti” var karşımızda. 

Bu durum, bir yandan devletin kilit kurumlarına atanabilmek için en tepedeki “aile”yle ilişkileri iyi tutmayı, ona yakın olmayı, güçlü bağlantılar kurmayı, öte yandan ise aşağıya doğru inildikçe minik minik ailelerin siyasi ve iktisadi rantı bölüşmek için çeşitli kurumları birer arpalığa dönüştürmelerini beraberinde getiriyor. 

Devlet kontrolündeki bankaların ya da şirketlerin yönetim kurullarına bol sıfırlı maaşlarla ve üstelik bazen birden fazla koltuğa oturacak şekilde atanmaktan tutun da, kurum ve kuruluşlara eşi, dostu, akrabayı doldurmaya kadar uzanan bir genişlikte, yeni rejim bir “aileler topluluğu” olarak şekilleniyor adeta. 

Bu ise şaşırtıcı değil; çünkü iktidarın şahsileşmesi hukukun, bürokrasinin ve liyakatin geri çekilişini beraberinde getiriyor; iktidar şahsileştikçe siyasi ve iktisadi rant dağıtımı da şahsileşiyor. Yukarıdan aşağıya uzanan bir şekilde, ele geçirilen kurumlar bir tür derebeyliğe, arpalığa dönüştürülüyor, mevcut ranttan pay alınıyor ya da yeni rant alanları yaratılıyor. 

Aynı anda yönetici, hakem ve oyuncu olabildiğiniz, kendinizi ve çocuklarınızı usulsüzce ve dilediğinizce ödüllendirebildiğiniz bir oyun bu ve geçtiğimiz günlerde ortaya saçılan bilgilere atıf yaparak söyleyecek olursak, bu oyun sadece Wushu Federasyonu’nda oynanmıyor, kurumlar ve bürokrasi artık aşağı yukarı böyle işliyor. 

Peki derin bir kapitalist sömürünün, derin bir yoksulluğun ve derin bir gelir dağılımı adaletsizliğinin damgasını vurduğu bir ülkede, tüm bunlara bir de yukarıda sözünü ettiğimiz siyasi çürüme tablosu, torpil, kayırma ve liyakatsizlik eşlik ederse ne olur? 

Böyle bir ülke, yurttaşlarına, özellikle de gençlerine herhangi bir gelecek vaadinde bulunabilir mi, böyle bir ülkede gençlerin bir gelecek tasavvuruna ve geleceğe dair bir umuda sahip olmasından söz edilebilir mi? 

Gençlere vaat edilen 

Pazar günü milyonlarca gencin salgın koşullarında üniversite sınavına sokulduğu, üstelik gençlerin hayatlarını tayin edecek bu sınavın tarihinin turizm sektörüne göre belirlendiği, toplumun geneli gibi gençlerin de çarkların dönmesi adına feda edilebilir olarak görüldüğü bir ülkeden bahsediyoruz. 

Ekonomik krizle birlikte genç işsizliğin alıp başını gittiği, iş bulabilenlerin güvencesiz ve taşeron işlerde çalışmaya mahkûm olduğu, tabela üniversiteleri sayesinde hem diplomalı işsizliğin arttığı hem de diploma sahipliğinin maddi getiri anlamında önemsizleştiği ve iş sahibi olabilmenin, mülakatları kazanabilmenin, atanabilmenin yolunun liyakatten değil, siyasi iktidarla kurulan ilişkiden geçtiğinin gayet iyi bilindiği bir Türkiye tablosu var karşımızda.

Üstelik bu tablonun işsizlik boyutunun, tüm o hamaset edebiyatına rağmen, iktidar tarafından da bir tür çaresizlikle kabullenilmiş durumda olduğu anlaşılabiliyor. Erdoğan’ın YKS öncesi sosyal medya üzerinden gençlerle yaptığı görüşmede söyledikleri bu kabullenme halini çok net bir şekilde ortaya koyuyor. 

Erdoğan konuşmasında karşısında üniversite sınavına giren, dolayısıyla okumayı ve bir diploma sahibi olmayı hayal eden gençler yokmuşçasına, “Bir tarafta sanayide çok ciddi bir tekniker, teknisyen, usta, tarım kesiminde çalışacak insan açığımız var, diğer tarafta ciddi bir genç işsizlik var. Bu çarpık tabloyu değiştirmemiz gerekiyor” diyor. 

Konuşmanın devamındaki “Dünyanın değişik ülkelerinde ara eleman diye bir şey söz konusudur. Özellikle ara elemanlar daha çok da tabii ki bu teknik liseler buralar ara elemanları yetiştirir ve bu ara elemanlar da kamuda görev almaktan çok, özel sektörde görev alabilme, oralarda bu imkânı yakalayabilme şansına sahiptir” cümleleri de durumu çok net bir şekilde ortaya koyuyor.  

On sekiz yılın sonunda hem eğitim sisteminin hem de istihdam politikalarının iflas ettiğinin açık bir ilanı değilse nedir bu sözler?

Aynı konuşmada Erdoğan’ın gençlere “dünyanın hiçbir yerinde her üniversite mezununa hemen iş hazırlığı diye bir şey de söz konusu değildir” demesi ve  “her üniversite mezununun kamuda istihdam edileceği gibi bir yanlışa da düşülmemesi gerekiyor” diyerek özel sektörü işaret etmesi boşuna mı? 

Bu sözler, iktidarın gençleri Türkiye kapitalizminin ucuz emek deposundan ibaret olarak gördüğünü, onlara vaat ettiği geleceğin de bundan başka bir şey olamayacağını çok açık bir şekilde ortaya koymuyor mu? 

Kuşak değil sınıf 

Erdoğan’ın bu konuşmayı yaptığı yayına öğrencilerin “dislike”, yani beğenmeme butonuna basarak verdiği tepki, bir süredir Türkiye’de de kullanılan bir kavram olan “Z Kuşağı” tartışmalarını yeniden alevlendirdi. 

Elbette ki her dönemin bir ruhu var ve o ruh o dönemin genç kuşakları üzerinde etkili oluyor. Ancak öte yandan şu çok basit gerçeği unutmamak gerekiyor: Sınıftan azade, sınıf ilişkilerinden bağımsız bir kuşak analizinin, gençlerin sadece teknolojiyle, bilgiyle ya da kültürle kurduğu ilişkiler üzerine inşa edilmiş analizlerin bilimsel açıdan herhangi bir kıymeti harbiyesi bulunmuyor. Çünkü dönemlere de ruhunu esas olarak maddi hayatın üretim biçimi veriyor ve dönemin ruhu farklı sınıflara mensup gençler arasında farklı deneyimleniyor.

Bu deneyimin nasıl yaşandığını ancak market işçilerine, kargo işçilerine, inşaat işçilerine, metal işçilerine, ofisteki beyaz yakalıya, genç mühendislere, mimarlara, onların iş arayışlarına, çalışma koşullarına, aldıkları maaşlara, geçinme şartlarına bakarak anlayabiliriz, ancak sınıf ilişkileri bize yaşanan gerçekliğin bütünlüklü bir resmini sunabilir.  

Örneğin bugün kuşak analizi yaparken, “kıdem tazminatı” tartışmasını bir kenara atabilir miyiz? 

İlk anda akla sadece mavi tulumlu fabrika işçisi imgesini getiren bu tartışmanın, aslında diplomalı ya da diplomasız tüm çalışanları ve özellikle gençleri ilgilendirdiği açık değil midir? 

Gasp edilmek istenen şey, sadece mavi yakalıların değil,  ücretle çalışan ya da buna aday olan herkesin en temel haklarından biridir.

Tıpkı grev ya da toplu sözleşme hakkı gibi, kıdem tazminatı da uzun yıllara yayılan mücadeleler neticesinde kazanılmıştır ve kıdem tazminatının kaldırılması asla tek başına kıdem tazminatının kaldırılması değildir. 

Kıdem tazminatının kaldırılması, güvencesiz çalışmanın kural haline getirilmesinden emekli olma hakkının fiilen imkânsızlaştırılmasına, sermayenin işçi çıkarmada elini kolaylaştırmaktan sigorta ve emeklilik sisteminin özelleştirilip finansallaştırılmasına uzanan bir genişlikte, emeğe yönelik geniş bir saldırı politikasının unsurlarından biridir, Korkut Boratav’ın “sermayenin karşı saldırısı” dediği sürecin bir parçasıdır.

Ve bu süreç, az önce söylemiş olduğum üzere, diplomalı olsun ya da olmasın geçinebilmek için emeğini satmak zorunda kalan ya da kalacak olan her genci ve geleceğini mutlak surette ilgilendirmektedir.

Gençlerin gireceği emek piyasası, önümüzdeki süreçte, bugünkünden çok daha vahşi, çok daha katı, çok daha acımasız olacaktır; kapitalizm sadece bizde değil tüm dünyada yeni bir kölelik rejimi inşa etmektedir çünkü. 

Tam da bu nedenle, Türkiye’de sadece iktidar ve onun inşa ettiği rejimin değil, düzenin de, yani kapitalizmin de gençlere herhangi bir gelecek sunmadığının özellikle gençler tarafından görülmesi gerekmektedir. 

Gençlik, siyasal İslam’ın Türkiye’yi içine sokmaya çalıştığı çuvala sığmamaktadır doğru ama aynı gençliğin kapitalizmin çuvalını da reddetmesi, kendisine bir gelecek sunamayan bu düzene itiraz etmesi, kaderini eline almayı denemesi gerekmektedir. Eğer bir gelecek aranıyorsa, başlangıç burasıdır.