'Vicdan sahibi diplomat halka yalan söylenmesine onay vermemelidir'

'Emekli hariciyeci' Engin Solakoğlu'yla Türk dış politikasının sorunlarını, AKPyi ve tabii şu çok sözü geçen 'monşerleri' konuştuk.

Volkan Algan

soL okurları için Dayanışma Meclisi üyesi emekli hariciyeci Engin Solakoğlu haber sayfalarında sık rastladıkları bir isim değil. Solakoğlu, 2020 Temmuz'unda emekli olana kadar Moskova ve Lefkoşa dahil Avrupa'nın çeşitli kentlerinde ve bakanlığın farklı birimlerinde görev yapmış bir hariciyeci. Emekli olana kadar kişisel görüşlerini, gözlem ve deneyimlerini kamuoyuyla paylaşmamıştı.

Engin Solakoğlu'na AKP dış politikasının güncel sorunlarını sorduk. Türk - Yunan gerilimi, Doğu Akdeniz'de yaşanan ve ülkelerin savaşın eşiğine geldikleri izlenimi veren gelişmeler... Henüz emekli olmuş bir hariciyeci olarak görüşlerine başvurduğumuz bir başka konu da elbette "Türk Hariciyesi" oldu: AKP dış politikanın eksenini gerçekten kaydırdı mı? "Monşerlere" ne oldu? Bunları da konuştuk.

AKP döneminde ülkenin kurucu ideolojisi sorgulanırken, kuruluşun üzerine inşaa edildiği anlaşmalar ve dış politika yordamı da bundan payına düşeni aldı. Bu sorgulamanın hedefinde başta Lozan anlaşması olduğu görülüyor. Ege adaları üzerindeki tartışma da biraz bu yönde oldu galiba.

AKP iktidara geldikten  kısa bir süre sonra, bir lafı çok duymaya başladık: “Ezber bozmak”. O dönem gerçekten çok kararlı bir AB’ye yakınlaşma, yıllardır takılıp kalan üyelik sürecini hızlandırma politikası izlemeye başlayan AKP’ye Türkiye’nin sermaye çevreleri ve tabii ki iktidara yakın köşeleri tutmaya çalışan liberaller yoğun destek veriyorlardı. Ezber bozmak terimi, o dönemde, AB’ne üyeliği engellediği düşünülen “askeri vesayet”ten kurtulma anlamında kullanılıyordu. Başka bir deyişle ilk yıllarda Cumhuriyeti temellerinden sarsma niyetine dair bir işaret vermiyordu. Bu yaklaşım AB çevrelerinde de son derece olumlu karşılık görüyordu. Aslında AB’nin politikası ABD yönetiminin de desteğiyle belirlediği “Türkiye’yi AB kurumlarına demirli tutma”ydı.

İlk yıllarda "ezber bozma" vagonuna atlayanlar çok oldu

“Ezber bozma”nın ilk etabı, Türkiye burjuvazisinin AB’ye katılım önünde ciddi bir engel olarak gördüğü Kıbrıs meselesiydi. Kıbrıs’ın Türkiye’nin sırtında politik ve ekonomik bir kambur olduğunu savunanların ve “Ver kurtul” diyenlerin sesi oldukça yüksek çıkıyordu. Bunun sorumluluğunu salt AKP’ye yıkamayız ama onun aktörleri de bu oyunu oldukça iyi oynuyorlardı diyebiliriz. Bu politikanın ilk kurbanı Rauf Denktaş oldu. TSK’nın homurdanmalarına rağmen Denktaş devre dışı bırakıldı ve yılların getirdiği bıkkınlıkla AB “cennetinin” kucak açmış kendilerini beklediğini düşünen Kıbrıs Türk solcuları da bu “ezber bozma” vagonuna atlayıverdiler.

Burayı kısa keseyim. Bütün bu süreçte Lozan filan konuşulmuyordu. Uluslararası Sermaye ile tam bütünleşme arayışındaki Burjuvazi’nin kontrolünde olan iktidarın böyle bir derdi de yoktu. Yalnız burada şunu unutmamak gerekir. AKP’yi oluşturan çekirdek kadroların yetişme şekilleri ve daha sonra büründükleri kisve arasında ciddi bir çelişki her zaman vardı.

Cumhuriyeti oluşturan her şeye şeytan işi gözülye bakanların yaşadığı çelişki

Cumhuriyeti kuranlar dahil, Cumhuriyeti oluşturan hemen her şeye şeytan işi gözüyle bakan bir geleneğin üzerine takım elbise giydirdiğinizde onun sadece gündüz görüntüsünü değiştirmiş oluyorsunuz. Kaldı ki, takiye de bu. Evine dönüp, gecelik entarisini ve külahını başına geçirdiğinde aslına dönüyor. Benim büyüdüğüm evde ve yakın çevremde dindarlık vardı ama hemen bir sonraki aile çemberinde tarikatçılık da vardı. O yüzden, Avrupa’ya yakınlaşma dönemlerinde bu kadroların söyledikleri ile düşündükleri arasında büyük farklar olduğunu anlamak benim için kolaydı. O dönemde ittifak içinde oldukları çevrelerin bir kısmı bunu anlamıyor, bir kısmı da önemsemiyordu.

Sanıyorum, AB sürecinin, bir yandan AKP’nin salt temel hak ve özgürlükler değil, örneğin Kamu İhaleleri gibi “hassas” konularda  ayak sürümesi, bir yandan da popülizm kolaycılığını tercih eden Sarkozy ve Merkel’in olumsuz tutumları sayesinde tıkanması, Kıbrıslı Rumlar’ın Annan Planı’nı reddetmeleri ve AB’nin verdiği onca söze rağmen Kıbrıs Türkleri’ni yüzüstü bırakması gibi gelişmeler, iktidardaki kadroların özlerine dönmelerini ve eğitim(sizlik)lerinin hakkını vermelerini kolaylaştırdı.

'Osmanlı neylerse güzel eyler ama rakı içen bu adamlar Osmanlı’yı tasfiye ettiler, bizi küçülttüler' propagandası yapmak için, İsmet İnönü’nün imzaladığı Lozan’a atıp tutmak bunların yerli ve milli sporu haline geldi.

Buna ilaveten, Türkiye’yi yönetmenin iktisadi ve siyasi anlamda zorlaşması, buna karşılık ülkede dinsel ve milliyetçi değerlerin maliyetsiz destek satın almanın en kolay yolu olması da tarihsel karşılığı olmayan bir Asr-ı Saadet hayranlığını beraberinde getirdi. 

Yakın bir zaman kadar Lozan’a atıp tutmak Yunan milliyetçilerine ve Ermeni Diaspora hareketine özgü bir hastalıkken, “Osmanlı neylerse güzel eyler ama rakı içen bu adamlar Osmanlı’yı tasfiye ettiler, bizi küçülttüler" propagandası yapmak için, İsmet İnönü’nün imzaladığı Lozan’a atıp tutmak bunların yerli ve milli sporu haline geldi. Yeri gelmişken şunu da söyleyeyim: Bir çok saygın tarihçi ve akademisyenin de bin kere ifade ettiği gibi, Lozan’ın ne bir geçerlik süresi ne de gizli maddeleri vardır. Lozan, Montrö ile birlikte Türkiye’nin varlığının temel taşıdır. Aksini iddia etmek ağır cehalet ve/veya kötü niyet içerir. 


Türkiye ve Yunanistan arasındaki gerginliğin eskiye giden kökleri var, şiddeti ve ciddiyeti değişmekle birlikte bu sürtüşmenin hep olduğunu da biliyoruz. Sizce son dönemde yaşanan gerginliğin diğerlerinden ayrılan tarafları var mı? En azından önceki tartışmalarda Türkiye kendi eliyle Lozan'ı masaya koymuyordu...

Türk-Yunan sorunları bin yıldır birlikte yaşayan iki halkın çözemeyeceği sorunlar değildir. Başka ortamlarda da söylediğim gibi, bunun için Ege’nin iki kıyısında yaşayan emekçi halkların gerçek  çıkarlarını savunacak yönetimlerle temsil edilmesi yeterlidir. Bugünün dünden farkı ne? Elbette iki ülkenin yönetimlerinin niyetleri, yaşadıkları iç sorunlar, sınıfsal yapıları sorunların zirve yapmasında rol oynayabiliyor. Burada şuna bakmamız gerek. Bu gerilimden kim ne çıkar sağlıyor? 

Önce silahlanma konusunu ele alalım. Burada Türkiye ile Yunanistan arasında ciddi bir fark var. Yunanistan, NATO ittifakı içerisinde savaşma imkânı ve ihtimali olmadığı halde, salt Türkiye’ye karşı silahlanıyor. Bunun için ülkenin kıt kaynaklarını, daha açık söyleyelim emeklilerine, emekçilerine ayırması gereken paraları harcıyor, borcunu büyütüyor, ABD, Fransa ve Almanya gibi ülkeleri zenginleştiriyor.

Türkiye ise, her ne kadar son dönemde iktidardakilerin bunu büyütmeye ciddi katkıları olsa da, eni konu istikrarsız bir bölgede bulunuyor ve silahlanmasının ana odağı Yunanistan değil. Buna rağmen, kıyıya yakın adalara bakıp “nasıl da vermişiz” gibisinden iç geçiren siyasilerimiz, onların verdiği gazla devlet bütçesinden beslenen renkli bir takım paçavralarda fetih çığlıkları atan milli amigolarımız var. 

Sonuçta, kanımca hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir savaş için her iki ülkenin emekçileri yoksullaştırılıyor.

Bir de şu var, bizim dış politikamız iyiden iyiye öngörülebilir olmaktan çıktı. Herhangi bir Batı lideri kafayı bozup “hadi destekleyelim şu Türkiye’yi” dese, neyi destekleyeceği belli değil.

Bugünkü duruma baktığımızda, Yunanistan’ın arkasında geniş bir “destek” olduğunu görüyoruz. Bunun sebebi sadece “haçlı zihniyeti” filan değil. Avrupa sermayesinin Türkiye’ye ucuz montaj üssü ve pazar niteliğiyle ihtiyacı devam ediyor. Batı sermayesi Türkiye’nin “uçuşa geçen” ekonomisini yönetenler sayesinde büyük paralar kazanıyor. Madencileri Türkiye’yi hesapsızca yağmalıyorlar.  Ancak Türkiye politik ve diplomatik anlamda son derece antipatik bir görüntü veriyor. Sadece düzensiz göçmenlerin salgın öncesinde otobüslerle sınıra taşınması eylemi bile, bir ülkenin sicilinden  kolay silinmeyecek bir leke. Klasik diplomasi açısından bakarsak da, AB ülkelerindeki liderler ve siyasi kadrolar, kendilerine sabah akşam seviyesizce hakaret eden bir liderlik yapısıyla en azından kamuoyuna açık bir şekilde diyaloğa girmekten, taviz verme görüntüsü sergilemekten kaçınıyorlar.  

Türk-Yunan geriliminde AB’nin tarafsız kalmasını beklemek, topluluk dayanışması bilinen sebeplerle zaten gerçekçi değil, ama bu tabloda hiç değil. 

Kaldı ki bir de şu var, bizim dış politikamız iyiden iyiye öngörülebilir olmaktan çıktı. Bir hafta NATO’ya bağlıyız, ikinci hafta çıkıyoruz. “AB stratejik hedef” dediğimiz günün ardından, bizi kıskanıyorlar”a hızla dönüş yapıyoruz. Herhangi bir Batı lideri kafayı bozup “hadi destekleyelim şu Türkiye’yi” dese, neyi destekleyeceği belli değil.

Erdoğan ve AKP sözcüleri hep bir "yedi düvelle mücadele" söylemiyle hareket ediyor. Bu iç politikada zaman zaman kazandırıyor da. Ancak her birisi kendi inceliklerini barındıran Ege, 12 Adalar, Doğu Akdeniz, hatta Arap-İsrail sorunu gibi konuları bir çuvala doldurarak bir söylem ve politika geliştirmeyi, diplomasi tekniği açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?

Askerlikte ve diplomaside “overstreching” diye bir terim var. Mevcut manzaraya baktığımda aklıma ilk bu terim geliyor. Geçenlerde Macron’a söylenen “kifayetsiz muhteris” de  aklıma gelen başka bir tamlama. 

Macron’dan başlayayım değinmişken. Biz belki uzaktan pek hissetmiyoruz ama, tıpkı bizde Cumhuriyeti cami avlusuna bırakıp kaçanlar gibi, Macron da Fransa emekçilerinin  geçmişten gelen mücadele geleneğiyle oluşturduğu sosyal devletin tabutuna son çivileri çakmaya çalışan bir siyasetçi. Bunu yaparken, kamuoyu desteği yanında, ciddi bir mali kaynağa da ihtiyacı var. Dış politikasının temeli de maliyeti az, getirisi yüksek adımlar şeklinde açıklanabilir. Bu ne demek? Türkiye’ye yüklen, nasılsa silah satmıyorsun. Mısır, BAE ve Suudi Arabistan’ın yanında dur, Yemen’deki sivil katliamının baş tedarikçilerinden biri ol, çünkü çok silah satabiliyorsun. Yalnız adama “kifayetsiz muhteris” demek mümkün ama ülke için bu pek de geçerli değil. Sonuçta dünyanın 5 veya 6. Büyük ekonomisinden ve bir nükleer güçten söz ediyoruz.

Konumuza dönelim.İmkanlarının ötesinde hareket etmek diye açıklayabiliriz “overstreching”i. Burada kastedilen sadece mali imkanlar değil. Onun ne durumda olduğu ayan beyan ortada. Aynı zamanda, askeri ve diplomatik imkanlar da sınırlı. Bu da çok doğal orta siklette bir ülke için. Hayat “Ertuğrul” dizisi gibi bir şey değil. Ezop’un öküze özenen kurbağası gibi şişmenin sonucu değişmez. Demek ki azami fayda için eldeki imkanları bir akılla planlayarak kullanmak zorundasınız.  Bu meselenin bana göre bir nicel, bir de nitel boyutu var.

Nedir nicel boyut? Örneğin “THY bilmem kaç yüz ülkeye uçuyor”. Güzel de, parasını kim veriyor? Hepimiz. O para şimdi salgınla boğuşan sağlıkçıların can güvenliğinden, velilerden odun, deterjan istenen okulların bütçesinden gidiyor. “Efendim, Türkiye’nin diplomatik temsilcilik sayısı bilmem kaçı aştı, dünyada ilk altıdayız, seneye Allah’ın izniyle ilk beşteyiz”. Çok iyi! Bektaşı’nin dediği gibi : “Rızkını vermedikten sonra yap yap salıver!” “Dışişleri Bakanımız geçen yıl bilmem kaç yüz ülkeyi ziyaret etti”. Biz ne kazandık bundan ülkenin halkı olarak? Bunu kısa keselim.

Nitel boyut malum. Soruda söylendiği gibi, her şeyi bir çuvala koyup, her yerde varlık gösterme. Varlık göstermek iyi de, bunun somut bir planlaması var mı, somut etkileri neler? Bunların fazla bir önemi yok çünkü öncelik görüntü vermekte. Görüntünün arkası trajikomik. Örnekse, Trump’ın ya da damadının diyelim Ortadoğu Planı çerçevesinden bir takım ülkelerin İsrail’i tanımasına verdiğimiz tepkiler. Yarım yüzyıldan fazladır diplomatik ilişkiniz bulunan, eş-dost ailece ticaret yapmaktan gocunmadığınız ülkeyi tanıyan devletlere verdiğiniz tepki, uluslararası basında mizah konusu olmaktan başka bir anlam taşımıyor. “Efendim işte Arap sokağını şey ediyoruz.” Birincisi Arap sokağı diye homojen bir şey yok. Aslında, kastedilen İhvan, o da, büyük ölçüde hareketin kendi dinamikleri yüzünden, en sevdiğimiz deyimle artık neredeyse “yok hükmünde”. 

Toparlamak gerekirse,  kımıldayan her cisimle kavga etmeye çalışan bir meczup görüntüsü veriyoruz. Ama bu görüntünün arka planında bambaşka bir gerçek var. İç politik saiklerle yapılan çıkışların verdiği zararları telafi etmek için ciddi enerji ve zaman harcıyor, çoğu zaman da zemin kaybediyoruz. 

Hep dış politikanın hükümetler üstü olduğu,bir devlet meselesi olduğu, iktidarlar değişse bile buradaki yönelim ve kabullerin iç politika gibi sık değişmemesi gerektiği söylendi. Öncelikle bu abartılmış bir söylem mi yoksa doğruluk payı var mı? Ve bu söylenen AKP dönemi için de geçerli mi?

Hükümetler üstü dış politika kavramı bana garip geliyor. Elbette bir devletin temel dış politik hedefleri olur. Bunun çizdiği çerçevede, olayların gelişimine göre, dış politikanızı değiştirip geliştirebilirsiniz. Ancak Dünya o kadar değişken ki, an gelir o çerçevenin de sorgulanması gerekir.  Bana göre, dış politika ülkenizin ve dünya halklarının yararına yürütüldüğü zaman tarihin doğru tarafında konuşlanmış olur. Gerici yönetici kaprisleriyle, sermaye sınıfının doymak bilmeyen taleplerinin etkisiyle  yaşatılan sıçramaların böyle bir niteliği olmadığı açık.

Türkiye özelinde şunu da söyleyebilirim. Daha önce de vurguladığım gibi. Lozan ve Montrö bu ülkenin temel taşıdır. Bunları tartışmaya açmanın  ne Türkiye ne bölge haklarına hiçbir yararı dokunmaz.

Muhalefetin dış politika tavrı, çoğu durumda tam da bu “devletin hükümetler üstü ali çıkarları” gerekçesiyle, AKP'nin yanında olmak şeklinde oldu. Doğu Akdeniz, Yunanistan gerilimi örneğin... Siz CHP - İYİP ortaklığının buradaki performansını nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Türkiye’de düzen içi muhalefetin yarattığı sorunlar elbette dış politikayla sınırlı değil.  Bu alan özelinde açık artırma usulüyle çalışan bir muhalefet var. Çünkü özellikle muhalefet açısından fayda/maliyet orantısı en yüksek yöntemlerden biri örneklerine her gün rastladığımız milliyetçi zırvalamalar. 

Oysa CHP’de de, İYİP’te de son derece nitelikli, deneyimli, sağduyu sahibi olduğunu bildiğim meslek büyüklerim var. Buna rağmen CHP ve İYİP’in açıklamalarında  hissedilir bir etkilerinin olmadığını görüyoruz. İyi bir diplomat “öl de ölelim, vur de vuralım, az oldu bir daha dövelim” diye slogan atılmasına rıza gösteremez. Eğitimi, görgüsü buna izin vermez. Diplomasi ülke çıkarlarının müzakere ve ikna yoluyla maksimize edilmesini öngörür. En önemlisi, vicdan sahibi diplomat halkının kandırılmasına, halka sürekli yalan söylenmesine onay vermemelidir. Diplomat yurtsever olmalıdır ama milliyetçiliğin gözünü ve aklını kör etmesine izin vermemelidir.

Batı basınında Türkiye ile ilgili eksen tartışması sıkça yapılıyor. Erdoğan'ın Türkiye'yi Batı'dan uzaklaştırıp Çin-Rusya'ya doğru yakınlaştırdığını iddia ediyorlar. Bu tartışma şimdi azalmış görünse de bir dönem Türkiye'de de çok moda olmuştu. Sizce bu manalı bir tartışma mı?

Türkiye, AB’ne aday ve  NATO üyesi olarak kaldığı sürece eksen tartışması bir anlam taşımaz. Buna rağmen, Batı basınında dönemsel olarak “Türkiye’yi kim kaybetti” başlıkları tekrarlanır. Dış Ticaretinin yarısından fazlasını AB ile yapan, Avrupa’nın neredeyse her büyük firmasının uzantılarının bulunduğu, uluslararası kapitalist sistemin son derece terbiyeli bir dişlisi olarak konumlanan ülkenin ekseninin kaydığı söylenemez. Bu tartışma tarafların çıkarlarını maksimize etmek için kullandıkları bir argümandan bir duruştan ibarettir.

Bu tartışmanın gerçek anlamda meşruiyet kazanması ancak Türkiye’de emekçi halkın kendi kaderini eline almasıyla mümkündür.

Türk devlet geleneğinde hariciye, belki de Osmanlı'nın da bir uç-sınır devleti olmasının getirdiği bir nedenle, hep çok önemsenmiş, olabildiğince sürekliliği sağlanmaya çalışılmış, kendi gelenekleri belki de en kuvvetli devlet kurumu olarak bilinir. Siz eski bir hariciyeci olarak AKP'nin bu alana etkisini nasıl özetlersiniz? Örneğin Erdoğan iktidarının dış politika pratiği abartıldığı kadar köklü bir deformasyona neden oldu mu Hariciye'de?

Bu ülkenin başına bir şeyler geldi. Hepimiz ne olduğunu biliyoruz. Bir tür yağmura yakalandık ve hepimiz ıslandık. Bu ortamda Hariciye’nin etkilenmemesi mümkün değildi. Açıkçası ben, kimi eski meslektaşlarım gibi, bunu kendi başına bir olgu veya dram olarak nitelemekten yana değilim.

Söylem düzeyinde, 'Monşer' aşağılamaları arttı ama Türkiye’yi AB’nin kapısına o monşerler, o Hariciye taşıdı. Garip gelebilir. Hariciye, AKP iktidarını geçici, kendini kalıcı bir devlet kurumu olarak gördüğünden ve o dönemdeki diplomatik tercihler genel yönelimiyle çok da uyumsuz olmadığından tam kapasite çalıştı.

AKP iktidara yerleştikçe, “ezber bozma” söylemi elbette Hariciyeyi de etkiledi. Söylem düzeyinde,  “Monşer” aşağılamaları  arttı ama Türkiye’nin AB’nin kapısına o monşerler, o Hariciye taşıdı. Garip gelebilir. Hariciye, AKP iktidarını geçici, kendini kalıcı bir devlet kurumu olarak gördüğünden ve o dönemdeki diplomatik tercihler genel yönelimiyle çok da uyumsuz olmadığından tam kapasite çalıştı. 

Burada biraz kayırmacılık yapıyor olabilirim ama bana göre Türk hariciyesi son derece nitelikli elemanlara sahiptir hem de ülke ölçeğinde değil, dünya ölçeğinde. Türk hariciyesi Ermeni meselesi, Kürt Sorunu, Kıbrıs filan derken, kariyerinin her aşamasında ateşle pişer. İçinde bulunduğu koşullar ne olursa olsun, hatta çoğu zaman bunlara rağmen her konuyu yabancı muhataplarıyla müzakere edebilir ve istediklerinin makul bir bölümünü elde edebilir. Bu donanıma sahiptir.

Dediğim gibi, AKP ilk döneminde bu hariciyeyle çalıştı ve aslında memnun kaldı. Bizim camia da, olağan refleksleriyle işini yapmaya devam etti. Ancak daha sonra yaşananlar biraz da kurbağa ile akrebin hikayesi gibi. Bir noktada akrep elbette akrepliğini yaptı. 

Bu önce Fethullahçı yapılanma gayretiyle tezahür etti. Hariciye yutkundu. İçeride belirli klikler Fethullahçı etkisini, iktidarın çekirdeğine daha da yanaşarak yumuşatmaya çalıştılar ve bir yere kadar başarılı oldular. Bunlara dahil olmayanlar, bir hayli hırpalandılar ama çoğu zaman yapacak başka bir şeyleri, başka bir kariyer planları olmadığından, açıkça söyleyelim geçim derdiyle çalışmaya devam ettiler.

Derken 15 Temmuz yaşandı ve aslında 2013 sonrası başlamış olan temizlik çok daha kapsamlı hale geldi. Bakanlığın asli sayılan kadrolarının aşağı yukarı üçte biri kapı dışarı edildi. Yalnız bu temizlik operasyonu az çok tamamlandığında bir baktık ki, esasen 1980’lerin ikinci yarısında ve 1990’larda Bakanlığa girmiş olanların tamamına yakını duruyor. Bir başka deyişle AKP Fethullahçıları temizleyip, Hariciye’yi yeniden eski kadroların sırtına yükledi. Sırtına yükledi terimini boşuna kullanmıyorum çünkü, iç teşkilata yapılan bir takım paraşüt operasyonlarıyla, idari/personel boyutu hariciyenin elinden çıkartıldı. Buna ilave olarak dış siyaset planlaması Bakanlığın bulunduğu Balgat’tan Beştepe’ye taşındı ve Hariciye bir tür Sekretarya haline getirildi.

Bunu uzun uzun  anlatmamın sebebi şu: AKP’nin bütün arzusuna rağmen Hariciye’ye kalıcı zarar verdiği kanısını taşımıyorum. Bunun temel sebebi ise Hariciye’nin kaşının gözünün meftunu olmaları değil, aynı işi aynı performansla yapacak kıratta insan kaynağına sahip olamamalarıdır.