Berlin-Ankara hattında mülteci soygunu

Son Berlin-Ankara hattı, iki ülke yöneticileri için bir iktidar çıpasına dönüşmüş durumda. Merkel’in mülteci sorununu bir biçimde çözememesi halinde sadece iktidarı yitirmekle kalmayacağı, AB’nin efendisi Almanya’nın ciddi bir toplumsal sarsıntı yaşanabileceği açıkça belirtiliyor. Benzer bir bağımlılığı Erdoğan rejimi ve Türkiye için de söylemek yanlış olmayacak.

Osman Çutsay

Almanya Başbakanı Angela Merkel’in ani Ankara ziyareti ve önerdiği 3 milyar avro -ki birçok çevre için açıkça “ahlaksız teklif” niteliğindedir- büyük siyasi huzursuzluğu gizlemeye yetmiyor. Merkel’in karşı karşıya kaldığı ve medyaya da yansıyan şantajın (Erdoğan, mültecileri Avrupa’ya gönderebilecek!) derinleşmesi, başka şeylerin yanı sıra, iki sağcının oturdukları koltuğun son derece rahatsız olduğunu da gösterdi.

Angela Merkel, tıpkı Erdoğan rejiminin uzun isim sahibi ve göstermelik kısa başbakanı gibi, ayaklarının altındaki toprağın hızla kaydığını görüyor. Ekonomik refah düzeyleri ve dünya ölçeğindeki toplam gelirden aldıkları paylar açısından aralarında uçurumlar bulunan iki kapitalist ülkede, sanki alttan alta bir deprem yaşanıyor. Bu huzursuzluğun tetikçisi olarak da mülteci milyonlar gösteriliyor.

'TÜRKİYE ANAHTAR ÜLKE'

AB hegemonu Almanya için, artık tam bir “aç ve savaş yorgunu kavimler göçü” tablosu halini alan mülteci akını nedeniyle de olsa, Avrupa siyasetinin nefret objesine dönüşmüş Erdoğan rejimi ve sorumlularıyla gülümseyen fotoğraflar çektirmek, müzakereleri ilerletmek, acı bir bedel. Bir de Türkiye’yi, medyadaki resimlerle artık yavaş yavaş Suriye’nin bir parçası olarak görmeye başlayan Avrupa kamuoyunda, faşist renkler içeren bir sağ popülizmin yükselmesi var. Buna engel olunamıyor.

Almanya’daki yönetici sağın günlük gıda merkezi Frankfurter Allgemeine Zeitung, soldaki ve sağdaki “refikleriyle” birlikte gerçeği ortaya sermekten kaçamadı. Gazetenin Türkiye deneyimi yüksek ve gerçekten bilgi yüklü “liberal” muhabiri, ilginç analizler yaptı. "İnsanların bir bölümünün Türkiye’ye güvenemediği, çünkü Türkiye’nin cihatçıların geçişlerine engel olmayarak ve mültecileri de Avrupa’ya yollayarak Suriye iç savaşına doğrudan müdahale ettiği" belirtilen muhafazakâr gazetede, Erdoğan rejimiyle sıkı işbirliğine inananların argümanları da sıralandı.

Bunlar, gazetenin etkili muhabirine göre, mülteci krizinin ve Suriye’deki savaşın sonuçlandırılmasında vazgeçilmez bir yere sahip. Sıkı işbirliği önerenler, Erdoğan rejimini sisteme bağlamayı ve böylece yıkıcı girişimlerinin sonuçlarını yumuşatmanın daha iyi olacağını düşünüyorlar. Gazetedeki bu görüşler, solda da sağda da, neredeyse tüm Alman ve Avrupa medyasınca şu veya bu farkla paylaşılıyor. Türkiye’nin her anlamda kilit, daha doğrusu anahtar ülke olduğu konusunda uzlaşma sağlanmış durumda.

'BİZ Mİ MÜTTEFİKİZ, ONLAR MI'

Yalnız Ankara için tablo sanıldığından da karanlık. Örneğin, Avrupa siyaset sınıfı ve kamuoyu son birkaç günde medya üzerinden Erdoğan’ın sızlanmalarına çok sık tanık oldu. Ankara’nın Obama’nın özel danışmanı McGurk ile PYD ve YPG yöneticileri arasındaki görüşmeyi yorumlama biçimi bile (Biz mi müttefikiz, onlar mı), Türkiye’nin iflası veya beyaz bayrak çekmesi kabul edilebilir. Bu duruma düşmüş bir devletin artık “failed state” sınırında olduğunu, belki tüccar imamlar ve ortaklarının anlaması mümkün olmayabilir.

Ama Türkiye, AB üst düzey mahfellerinin gözünde artık “çökmekte olan bir devlet” sınırındadır. Bu, açıkça ilan edilmiyor elbette, ama zaten Yugoslavya, Irak, Libya gibi ülkeler bittiğinde de böyle açıklamalar yapılmamıştı. Bugünün tepkilerine ve kapı kapılar arkasındaki hesapların sahneye yansımalarına bakarak, böyle erken bir sonuç çıkarmak olan biteni abartmak değildir.

3 MİLYAR VE SUSKUNLUK

Ankara’yı komşu kapısı yapmak zorunda kalan Merkel, AB müzakerelerini buzdolabına yatıran isimdi. Alman sağından Türkiye’nin AB üyeliğine onay çıkmayacağı kesin. Ancak aynı kadro, Erdoğan rejimine verdikleri bu son açık çekle Türkiye’nin mülteci akınınındaki kilit ülke olduğunu da itiraf etmek zorunda kaldı.

Merkel, AB’nin dış sınırlarının korunmasında, özellikle Türkiye ile sınırların korunmasında NATO’dan yararlanılabileceğini belirtip Alman polislerinin de Türkiye’nin sınırlarındaki yasalara aykırı mülteci göçlerinin engellenmesi için devriye gezebileceğini duyurunca, iç politikada sert tepki gördü.

Sol Parti milletvekili Sevim Dağdelen, Merkel’in, Erdoğan iktidarının Kürtlere karşı savaşında “pis işler karşılığında para” ilkesi gereğince hareket ettiğini savundu. Yeşiller de eleştiride geri kalmadı. Merkel’in koalisyon ortağı SPD’den pek bir ses çıkmaması normal karşılanıyor.

MÜZAKERELER BİR SONUÇ VEREMEZ

Gerçekten de bu son Berlin-Ankara hattı, iki ülke yöneticileri için bir iktidar çıpasına dönüşmüş durumda. Merkel’in mülteci sorununu bir biçimde çözememesi halinde sadece iktidarı yitirmekle kalmayacağı, AB’nin efendisi Almanya’nın ciddi bir toplumsal sarsıntı yaşanabileceği açıkça belirtiliyor.

Bütün dengeler pamuk ipliğine bağlı. Benzer bir bağımlılığı Erdoğan rejimi ve Türkiye için de söylemek yanlış olmayacak. Dolayısıyla mülteci bahanesiyle Merkel’in “imtiyazlı ortaklık” gibi bir programı, Erdoğan ile gerçekleştirmeye başladığı yorumları, medyada ve siyaset mahfellerinde dillendirilmeye başladı bile. Birbirlerinden hiç hoşlanmayan iki sağ politikacı, koşullar nedeniyle birbirinin eline bakar oldu.

AB’nin iç sınırlarının tarihe karışmaması için Türkiye’den çıkan mültecilerin önüne geçilmesi şart. AB politikası ise Merkel’in umutsuz çıkışlarına sadece bakıyor. Ankara ile ikili müzakerelerin bir sonuç vereceğine kimsenin inandığı yok. O nedenle sürdürülen “at pazarlığı”, karşılıklı şantajlar, Alman ve Avrupa kamuoyundaki endişeyi koyulaştırıyor. Bu da yeni sağın benzini oluyor.

ZOR DURUMDALAR

İşin ne kadar ciddiye bindiğini, Ankara görüşmelerinden önce Federal İçişleri Bakanı Thomas de Maiziere ve ardından da Başbakan Angela Merkel’in çağrılarından anlamış olmak gerekir. Çok zor durumdalar. Türkiye’nin bir anda bir ateş topuna dönüşebileceğini fark etmiş görünüyorlar. Dolayısıyla bu toptan kendi paylarına da “epey milyon mülteci” düşebileceği korkusunu şimdiden yaşamaya başladıkları anlaşılıyor.

Merkel, AB’nin desteğine muhtaç, bunu da açıkça söylüyor. Ama krizden bir türlü çıkamayan AB’den Berlin’e gerçekten etkili herhangi bir destek gelmesi imkansız. Hiçbir AB ülkesinin yüz binlerce mülteciyi konuk etme niyeti yok. Güçleri ise hiç yok. Tersine, açık bir savaş havası esiyor mülteci akınına karşı. Politikacılar da halkın tepkisini yeniden üretiyor.

Dolayısıyla 18-19 Şubat tarihindeki AB Zirvesi’nde hangi AB üyelerinin mülteci kabulünde ilk adımları atacağı merakla bekleniyor. Kontenjanlar oluşturulması ve bağlayıcı bir sonuç alınması zor. Sonuçta hesap Berlin-Ankara hattındaki “at pazarlığında” tıkanıp kalıyor.

KARŞILIKLI ÇIKARLAR DENGESİ

Sol Parti Meclis Grubu İç Politika Sözcüsü Ulla Jelpke, Merkel’in Ankara ziyareti çerçevesindeki “ahlaksız teklifi” kamuoyuna duyuranlardan biriydi.

Ortada bir fiyat vardı ve AB’nin mültecilere karşı korunması için öngörülen bu fiyat sadece 3 milyar avrodan ibaret değildi. Erdoğan rejiminin ağır insan hakları ihlalleri karşısındaki suskunluğu da içermekteydi. Alman sol milletvekili böyle.

Federal İçişleri Bakanı’nın bir süre önce Türkiye ve mülteci akınıyla ilgili açıklamaları ilginç dengeleri açığa çıkarttı. Bakan Thomas de Maiziere Alman televizyonlarında şunları açıkça vurguladı:

“Bize Türkiye’nin sabahtan akşama kadar eleştirilmesinin şart olduğunu söyleyen herkese bunu daha fazla sürdürmemelerini tavsiye ediyorum. Bizim çıkarlarımız var. Türkiye’nin çıkarları var. Bu önemli bir noktadır. Elbette Türkiye’de eleştirmemiz gereken şeyler var. Ama eğer Türkiye’den yasadışı göçün önüne geçmesi gibi bir şey istiyorsak, çıkarları dengeleme çerçevesinde bunun karşılığında verilmesi gereken şeyler olduğu konusunu da anlayışla karşılamamız gerekir.”